Footer Logo
.
.

Sabah Matinesi

.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
RSS

300: Rise of an Empire



    Yiğitlerin harman olduğu yer Sparta ile Persler arasındaki savaşın öncesi ve sonrasının işlendiği 300 filminin devamı. O savaşta Sparta düşmanına göre çok daha mütevazi bir ordusu olmasına rağmen günde yalnız bir kaç adamını kaybederken düşmanın yüzlerce askerini yere sermişti. 300 adam içinde kendine yer bulamayınca savaş ve bölge stratejilerini Perslere yetiştiren Spartalı bir hain yüzünden Spartalılar savaşı kaybetmişti.
    
    Bu film Atinalıların Persler ile olan deniz savaşları işleniyor. Bir yandan başta Sparta olmak üzere diğer Yunanlıları bir araya toplayıp güçlerini birleştirmek isteyen Themistocles diğer yandan Pers Kralı Xerxes'in manevi kardeşi Artemisia'ya karşı savaşıyor. Deniz savaşları bir kara savaşları kadar zevk vermese de karşılıklı stratejilerle adeta satranç oynayan iki komutanın mücadeleleri olayı zevkli kılıyor.
    
    İlk filmin yanında çok sönük kaldığı da aşikar. Biz ne yapsak izleyecek zaten millet der gibi yapılmış. Öyle de oldu 3.filmde büyük ihtimalle seri sonlanacağı için eksikleri tamamlayıp asıl bombalar son filme saklanmış. Filmin yine en önemli özelliği kuşkusuz görsel efektleri. İlk filmin bu denli tutulmasında etkisi büyük olan efektler (özellikle kan efektleri) daha da abartılmış. Abartılmış da iyi mi olmuş? Bence hayır. Kan, kan gibi değil, animasyon izliyormuş gibi hissediyor insan kendini.

    300 filminden bu yana 8 yıl geçti insan bir kıpırdanma bekliyor tabii ama yok. Nerede bizim Leonidas, nerede Themistocles. Bak bizim diyorum bir de o kadar benimsemişim adamı. Attan inip eşeğe binmek gibi oldu. En azından düşmana da olsa Eva Green'i koymuşlar da kadrodan kurtarmışlar. Diğer bir tanıdık oyuncu ise Leonidas'ın karısı Gorgo'yu canlandıran Lena Headey. Benim gibi büyük beklentiyle izlemeyin, pişman olursunuz.
    

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Plan 9 From Outer Space


    Dünyanın en kötü yönetmeni olarak gösterilen Edward Davis Wood'un (nam-ı diğer Ed Wood) birçok kişi tarafından dünyanın en kötüsü olarak kabul edilen filmi. Tim Burton'ın bu yönetmenin hayatını anlattığı Ed Wood filmini yazmıştım kısa bir süre önce. Her ne kadar başarısız olsa da hırsı ve sinema sevgisiyle kendine hayran bırakmıştı. Bunun için ''ustalara saygı kuşağı'' kapsamında bir filmini inceleyelim.

    Korku ve bilim-kurgu tarzında olması gereken film imkansızlıklar nedeniyle o kadar kötü, o kadar kötü olmuş ki günümüzde komedi niyetine izleniyor (bizdeki Dünyayı Kurtaran Adam gibi). Ed Wood'un asıl amacı bu olmasa da şimdiye kadar yapılan birçok korku-komedi tarzı filmden (Korkunç Bir Film serisi gibi asıl amacı güldürmek olanlar) daha eğlenceli olmuş. Tek eksisi istem dışı bu hale gelmesi.

    Film hakkında biraz spoiler içeren, aklıma gelen bazı komik sahneleri aşağıya yazacağım. İzledikten sonra veya ''hiç izleyemem gider normal komedi filmi izlerim'' diyorsanız şimdi de okuyabilirsiniz çünkü herhangi bir yerden satın almanız pek mümkün değil filmi. İnternet üzerinde olabilir ancak İngilizce bilmiyorsanız indirmeniz gerek. İşte o sahneler:

- Uzay gemisinin üstündeki ip o kadar belli oluyor ki bir an aklıma G.O.R.A'daki porseleni uzay gemisi diye gösteren ''ufo gören masum köylü'' geldi aklıma.
- Pilotlar da her gün uzay gemisi görüyormuş gibi hiç istifini bozmuyor.
- Yaşlı adamı canlandıran, korku filmlerinin emektar oyuncusu Bela Lugosi çekimler sırasında gerçekten öldüğü için tamamlayamadığı sahneleri sadece gözleri benzediği için sürekli suratını kapatan bir adam oynatıldı.
- Uzay gemisi geçtiği zaman aynı anda değil de Meksika dalgası yaparmışcasına sırayla yere düşen çiftin oyunculukları da takdire şayan.
- Uçan daireden Vampir kadın çıkması... İşte yenilik bu!
- Bir insanın kaçmak için aklına gelen ilk yer daha önce birçok insanın öldürüldüğü mezarlık olur mu? Bu filmde olur.
- Bir yerde aynı anda hem gündüzün hem de gecenin yaşandığını düşünün. Hayaldi gerçek oldu.
- Kill Bill'deki mezardan çıkma sahnesi bu filmden araklanmış. Yazıklar olsun Tarantino adam sanmıştık seni.
- Polisler de tam sopalık. Oğlum hiç mi film izlemediniz kafasına sıkacaksınız kafasına.

    Son olarak Ed Wood'la ilgili bir kaç şey: Altın harflerle olmasa da adını sinema tarihine yazdırmış biri. Bugün bile başarılarıyla olmasa bile kendiden söz ettirebiliyor. Zaten fotoğraflarından da ne kadar yağız bir delikanlı olduğu ortada. Huzur içinde yat büyük usta.


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Bridge to Terabithia



    Çocuk filmi deyip sadece kapağına ve ismine bakılarak geçilen onlarca filmden biri. Bir çoğunda haklılık payımız var aslında. Başrollerinde çocukların olduğu çoğu film sadece o yaş grubuna hitap eder genellikle ama bu film biraz daha farklı. 2007 yapımı filmi ilk olarak yine o yıl bir pazar sabahı Show TV'de izlediğimi hatırlıyorum. O zaman başrollerdeki çocuklarda yaşıtım olduğu için sıkılmadan izledim. Ancak dün tekrar izledikten sonra şimdi çoğu yaş grubuna hitap edebilecek bir film olduğuna kanaat getirdim.

    Birbirlerinden başka arkadaşları olmayan, hayal güçleri gelişmiş iki çocuğun hikayesi. Jess ve o bölgeye yeni taşınan Leslie kısa bir süre sonra yakın arkadaş olurlar. Sadece kendilerine ait olan bir yer bulmak isterler ve bulurlar. Adını da Terabithia koyarlar.Kendi kafalarında çeşitli düşmanlar canlandırarak eğlenirler ancak filmin can alıcı kısmı sonlarına doğru gerçekleşiyor ki benzeri yapımlardan ayrılmasında bu kısmı önemi büyük.

    Pan'ın Labirenti'inden cesaret alınarak yapılan bu ve bunun gibi yapımlar artık eskisi gibi sadece çocukların ilgi göstereceği şekilde yapılıyor. Kıymetini bilin. Klişelere değinmeden geçemeyeceğim. Bildiğiniz Amerikan lise klişeleri. Mesela serseri çocuklar yalnız ve herhangi bir konuda yetenekli çocuğu ezmeleri gibi. Ama en çok merak ettiğim bir öğrencinin tanışmadığı başka bir öğrenciye neden ad-soyad şeklinde hitap eder. Yani ''Bugün Mahmut'u gördün mü?'' yerine ''Bugün Mahmut Tuncer'i gördün mü?'' demek gibi. Gereksiz.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Almost Famous


 
    Rock'n Roll ölmüş olabilir ama ruhu albüm ve bazı filmlerde dolaşıyor. Bu da o filmlerden biri. 60 ve 70'lerde popülaritesi hat safhaya ulaşan bu müzik türü bir neslin vazgeçilmeziydi. Bu müziğin duyulmasında başrol oynayanlardan Elvis Presley'nin yeri doldurulmakta zorlanılmadı. The Beatles, Led Zeppelin, The Who ve daha bir çok grup türedi. İşte tam da bu yıllarda geçiyor film. Yani filmin kapağına ve ismine bakıp oyuncu olmaya çalışan bir genç kızın bu uğurda neler yaptığının anlatıldığı bir film gelmesin. En azından bana öyle gibi gelmişti.
    
    Çocuklarını tek başına büyüten baskıcı ama iyi bir anne olan Elaine yüzünden evi terkeden Anita küçük kardeşi William'a plaklarını bırakırken bunların onu özgür yapacağını söylemiştir. Üniversite dönemine gelen William, gruplarla ilgili yazılar yazmaktadır ve bir gün iş alır. Black Sabbath grubuyla ropörtaj yapıp inceleme yazması gerekmektedir ancak içeri giremez. Black Sabbath'ın ön grubu olan Stillwater'la beraber içeri girer ve müzik tarihinin en ünlü dergilerinden biri olan Rolling Stone dergisi tarafından onlarla ilgili bir şeyler yazması istenir. Bu süreçte de Penny Lane ile tanışır ve olaylar gelişir.
    
    Kate Hudson'ın canlandırdığı Penny Lane karakteri oldukça gizemli. Bir kere gerçek ismini en yakınındakiler bile bilmiyor (Penny Lane takma adı aynı adlı The Beatles şarkısından geliyor). Kate Hudson başta olmak üzere oyunculuklar gerçekten çok iyi. Russell Hammond karakteri ise görünüş itibariyle çakma George Harrison gibi durmuş.
    
    Aynı dönemleri anlatan ancak müzikle bir ilgisi olmayan October Sky filminden bir replik geldi aklıma filmi izledikten sonra:
Adam: Sovyetler ilk uydusunu uzaya fırlattı. Bu konuda ne düşünüyorsunuz çocuklar? Önemli bir olay, değil mi?
Genç: Bırak uzay boşluğu da onların olsun. Rock'n Roll bizim nasılsa.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Ed Wood



    Kaliteli filmler çekememiş yönetmeni anlatan kaliteli bir film. Tam adıyla Edward Davis Wood Jr. Film bile başlı başına ironi içeriyor. Gerçek hayatta başarılı olamayan bir yönetmenin hayatı çok başarılı bir şekilde sinemaya aktarılmış. 2 Saat boyunca sıkmadan kendini izleten bir film yapılmış.
 
    Düşük bütçelerle bir şeyler yapmaya çalışan Ed'in hayal gücüne diyebileceğim bir şey yok. Filmlerinin isimleri bile nasıl uçuk bir kafada olduğunu gösteriyor. Ed Wood'u ilginç kılansa bu zaten. Bunu filmlerinin afişlerinden ve isimlerinden anlayabilirsiniz. Mesela: ''Canavarın Gelini''. Yoksa herhangi bir orta düzey yönetmenden fazlası değil. Ama gayretine hayran kalmamak da mümkün değil. Çoğu filmini kendi yazmış, yönetmiş ve hatta bazılarında oynamış.
 
    Tim Burton-Johnny Depp ikilisi yine harika bir iş çıkarmış. Ayrıca bir diğer tanıdık isim Sarah Jessica Parker'da kadroda şu an ki saçma filmlerini unutturacak bir oyunculukla karşımızda. Yer yer güldüren, hüzünlendiren hatta geren bir film. Anladığım kadarıyla Ed Wood'un çektiği filmlerin asıl amacı korkutmak olduğu halde şu an Cüneyt Arkın'ın filmlerinde olduğu gibi daha çok güldürüyor. Belki de tıpkı Battal Gazi'de olduğu gibi o filmler de zamanında bazılarına göre kaliteli kabul ediliyordu.
 
    Ed Wood'un çektiği ''önemli'' filmlerin hikayesini bulabileceğiniz film renk seçimi açısından (siyah-beyaz) bazılarını hayal kırıklığına uğratsa da bunu fark etmeyeceksiniz bile. Bu renk seçimi bilinçli olarak yapıldı zaten film 94 yapımı ama 50'ler de geçtiği için ve dönemi daha iyi yansıtmak niyetiyle siyah beyaz yapılmış. Ed Wood'un zamanında beğenilmeyen filmleri bu filmle beraber tanınmaya başladı. O kadar ki bir kaç filminin yeniden çekilmesi gündemde.
 
 

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Rush

    
    Motor sporlarıyla hiç ilgisi olmayan birini F1 tutkunu haline getirebilecek bir film. Yarış sırasında sürücülerin nasıl bir psikoloji içinde olduklarına da çok yakından tanık olabilirsiniz. Hızlı ve Öfkeli tarzı bir film olmadığını da baştan söyleyeyim. Sıradan yarış filmlerindeki aksiyon ve bayağılık yerine daha heyecanlı, duygulu ve aynı zamanda bir spor filmi izleyeceğinizi söylemek yanlış olmaz.    
 
    Aynı dönemde birbirlerine zıt iki yarışçının nasıl başarıyı yakaladıkları anlatılıyor filmde. Ama asıl önemli olan başkalarıyla değilde birbirleriyle olan mücadeleleri. James Hunt ve Niki Lauda adındaki iki pilotun gerçek hikayesi üzerine çekilmiş bir film. Hunt rahatına düşkün ve nispeten insanlar tarafından (özellikle kızlar) sevilen bir pilotken, Lauda daha disiplinli, kendini işine adayan evden işe işten eve tarzı bir adam. İkisinin de birbirlerinde kıskandıkları özellikler olduğu için aslında bu mücadele.
 
    Geçtiğimiz yıl yapılan Oscar ödül törenine en iyi film dalında aday olmaması birçok kişi tarafından eleştirilmişti. Hiç de haksız sayılmazlar aslında. Daha önce sırf bir Amerikan operasyonunu anlattığı için Argo'ya ödül veren bir kurumdan adil davranmasını beklemek ne kadar doğrudur onu da bilemiyorum. Son zamanlarda yapılmış en iyi biyografik film olduğunu söylemek iddialı olmaz. Özellikle iki sporcunun da hayatının derinlemesine incelendiğini düşününce.
 
    İzledikten sonra iki sporcunun da gerçek resimlerine veya videolarına bakabilirsiniz. Oyuncuların fiziksel olarak da çok iyi seçildiklerini anlayacaksınız. İzlerken bir sahne sırasında eskiden arada bir izlediğim yarışlar aklıma geldi. Küçüktüm o zamanlar ama yarışların başlarını kaçırmamaya çalışırdım sırf kaza olsun da göreyim diye (nasıl bi' kafaysa artık). Filmden ve onca yıldan sonra tekrar izleme isteği geldi. Ama bu kez sonuna kadar.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Batman

 
    Çizgi roman tarihinin en ünlü süper kahramanlarından birinin sinemaya uyarlanan filmi. Daha önce bir dizi ve bir film olmak üzere iki kez ekranlarda boy gösterse de popülaritesinin bu denli yükseğe çıkması bu filmle birlikte gerçekleşti. Dönemin teknolojik imkanlarının şimdiye nazaran çok daha kısıtlı olmasına rağmen yeni Batman filmleriyle karşılaştırılması bile kalitesinin bir göstergesi. Bu arada belirteyim şu an yorumladığım film 89 yapımı Batman filmi.
 
    Bu yazıyı okuyan birçok insanın bir kaç bölümde olsa Batman'ın Kanal D'de yayınlanan çizgi filmini izlediğine eminim. Zamanın çocukları ve gençlerine Batman sevgisi aşılayan bu çizgi dizi IMDB'de binlerce insanın kullandığı oylara göre kendi türünde birinci sırada. Şimdi o çocuklar ve gençler büyüdüler ve o çizgi diziye besledikleri sempatiyle de şuan ki Batman filmlerini izliyorlar.
 
    Hikayeyi bilmeyenler için anlatayım: Milyarder bir ailenin çocuğu olan Bruce Wayne'nin annesi ve babası yanı başında öldürülürler. Bruce bunun üzerine büyüyünce kötülüklerle savaşmaya karar verir. Dünya'da bu kadar çeşitli hayvan olmasına rağmen ''baby face'' diye tabir edebileceğimiz masum yüzünü korkunç bir hale getirebilmek için yarasayı seçmiştir. Zaten baba parasını nereye harcayacağını şaşıran kahramanımız böyle boş işlerle vakit öldürmektedir.
 
    Batman filmde tam bir iyi aile çocuğu görüntüsünde. Havuz partileri gibi aktivitelerle işi olmayan saygın bir iş adamı çıkıyor karşımıza. Belki dönem Amerikan kültürünün muhafazakar yapısından da kaynaklanıyor olabilir. Birde çıkıp ''Bunlar bizim muhafazakar aile yapımıza ters'' minvalinde açıklamalar yapsaymış Gothom belediye başkanı bile olabilirmiş. Bruce'yi bu kadar övdüm ama aslında kindar bir insan olmasından dolayı çok da hazzetmem. Yıllarca ailenin yasını tutarsın anlarım ama palyaço gibi sokak sokak gezip adam dövmek nedir? Aynı hareketleri İstanbul'un ücra semtlerinde denesene. Adamdan kan alırlar Bruce kan, kan.
 
    Jokersiz Batman, Daltonsuz Red Kit'e benzer. Hep bir yanı eksik kalır. Biraz psikopat ama fazlaca şakacı olan Joker filmin neşe kaynağı. Kara Şövalye'deki Joker kadar sinirli, asabi ve karizmatik olmasa da asıl Joker'i yansıttığı için en iyisini bu filmde görebilirsiniz. Her ne kadar Batman ile birbirlerini öldürmeye çalışsalar da aralarında kabullenmek istemedikleri gizli bir sevgi bağı olduğunu düşünüyorum. Belki de doğru zaman ve yerde karşılaşsalardı her şey çok daha farklı olabilirdi.
 
    Filmi çekebilecek en uygun kişilerden biri olan Tim Burton yönetmen koltuğunda. Sürekli fantastik filmler çekmesinden dolayı projeyi garipsediğini hiç sanmıyorum. Batman rolünde Michael Keaton, Joker rolünde ise Jack Nicholson var. Nicholson'ın pis gülüşü sayesinde bu rolü aldığını tahmin ediyorum. Eğer sizde son zamanlarda çıkan süper kahraman filmlerinden memnun değilseniz (Kaptan Amerika gibi) bu film çok iyi gelecektir.


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Warm Bodies


    Zombileri bize hep kötü gösterdiler. Çoğu da öyleydi belki ama genelleme yaptığımız için biz de bu ırkçılığa ortak olduk. Empati kurmayı hiç denemedik. Hayatta kalma içgüdülerine yenik düştüler sadece. Onlar istemezler miydi normal bir insan gibi yaşayıp birkaç zombiyi kafasından vurmayı? Hayvanlarında bize zombi gözüyle baktıklarını düşünmeye başladım. Bizlerde pekala vahşi zombiler olabiliriz onların gözünde. Filmlerdekinden tek farkımız biz ot yiyerek hayatımıza devam edebiliriz. Böyle şeyler yazdım ama ben de vejeteryan değilim. Bir de şu soru aklıma geldi; Eğer bir koyun konuşabilseydi onu yinede yer miydiniz?
 
    Adının sadece baş harfi olan R'yi hatırlayan bir zombi ve arkadaş grubu (bayağı da samimiler hiç bir yapmacık yanları yok, işte gerçek dostluk bu!) dürümcüyü arayıp ''Usta bize 4 porsiyon döner yollasana. Ha yanına ezme koymayı da unutma'' diyemeyecekleri için e şehrin ortasında hayvan olmaz zaten diyerek insan bulmak için bölgelerinden uzaklaşarak taze kan arayışı içinde bulunuyorlar. Girdikleri bir yerde aradıklarını bulan zombilerimizden bir tanesi (R) karşılaştığı normal insana aşık oluyor ve onu diğerlerinden korumak için elinden geleni yapıyor.
 
    Hayatımda böyle hikayesi olan bir film gördüğümü hatırlamıyorum. Tamamen sıra dışı ve sadece yıllardır önümüzde duran malzeme ters çevrilmiş. Sen git yıllardır insanların kanını içen, yiyen, paramparça eden bu insan kılıklılardan birini iyi yap. Gerçi o da yerine göre zombilik vazifesini yerine getiriyor ama o kadar da olsun. Yani sadece onlar için değil normal insanlar içinde sıra dışı bir olay. Siz hiç yemeğinizle konuşur musunuz? Ya deli derler ya da ''Yemeğinle oynama hepsi bitecek!'' gibi bir nara yiyerek karşılık bulursunuz.
 
    Böyle ilginç ve yeni tür bir filmden de tabi ki yepyeni espriler ve komik diyaloglarda geçiyor. Sadece bir tanesini söyliyeyim; R bir sanede diğer zombiler kızı fark etmesinler diye ona ''Ölü ol. Tamam mı?'' dedikten sonra kız durumu biraz abartınca ''Bu biraz fazla ölü oldu'' diyor. Böyle klavye başında yazınca kimse de gülmediği için kendimi biraz fıkrasına gülünmeyen adam gibi hissettim ama olsun. Neyse izleyince bunu ve daha fazlasını duyacaksınız zaten.
 
    Son olarak bu zombilerde keşfettiğim yeni özellikleri paylaşarak bitirmek istiyorum yazımı; Mesela rüya göremiyorlarmış ve uyuyamıyorlarmış. Kar, soğuk, sıcaktan da hiç etkilenmiyorlar. İnsan imrenmiyor değil. Ama bir süre sonra bunlarında sıkacağı kesin. Yani o zaman sabahlamanın bir anlamı kalmaz. Amaç bir çok kişi yatıyorken ayakta kalıp onların yapamadıklarını yapmak. Hem sonra davulcular ne yapacaklardı? Herkes uyanık zaten kime çalacak adamlar. Demem o ki ekonomimize büyük bir darbe vuracağı bizim için en iyisi uyumak.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

The Hunger Games: Catching Fire


    Bir kitapçıya gittiğinizde klasikleri saymazsak garanti bulabileceğiniz bir kitap serisi Açlık Oyunları. Okuyucu kitlesi gözlemlediğim kadarıyla 16-19 yaş civarında. Tahminimce filminin izleyici kitlesinde de büyük bir yeri var bu yaş grubunun. Kitabına sayısız kere denk gelsem de hiç aklımdan hiç almak geçmedi. Galiba pek sevmiyorum bilim kurgu tarzı kitapları okumayı. Seyri daha hoş geliyor. Herhalde bir çocuğa da okuma alışkanlığı kazandırma konusunda iyi gelir diye düşünüyorum. Yan etkileri ise öldürme, hainlik ve çıkarcılık olarak geri dönebilir.
 
    Serinin ikinci filmi olan bu yapımı ilk filmi izlemeden önce izlemeniz anlamsız. İlkini izlememiş ve hala yazıyı okumaya devam ediyorsanız en azından bi' taraftan da filmi indirin. Daha legal yollara başvurup satın alabilirsiniz de. Üstelik fiyatı sadece 19.99$. Yapım şirketinin filmin yanında 1 değil 2 değil tam 2,5 kavanoz Bal Parmak dağıttığını geçen yıl filmin galasında konuşmasını gerçekleştiren Bal Parmak ceo'su açıklamış ve haber Amerikan basınında geniş yer bulmuştu. Bu akıl dolu pazarlama stratejisinin karşılığını fazlasıyla alan film, Bal Parmak firmasına jest olsun diye gelecek filmin bazı sahnelerini İstanbul Güngören'de çekmeyi planlıyor.
 
    Bu kadar saçma geyikten sonra hala okumaya devam eden var mı diye merak etsem de şu andan itibaren ciddi bir tavır takınıp kısaca konuyu anlamak istiyorum (İlk filmi izlemeyenler için ağır spoiler içerir); Oyunlardan sağ çıkan Peeta ve Katniss bu kez her 25 yılda bir düzenlenen ve daha önceki oyunlardan sağ çıkan insanların katıldığı 75.Açlık Oyunlarına katılmaya mecbur bırakılıyor. Bu sırada ise bütün mıntıkalarda isyan ateşi büyüdükçe büyüyor.
 
    İlk gördüğüm andan itibaren Gezi Parkı Direnişi'ne çok benzettim filmdeki olayları. Bir yandan halkı türlü şeylerle uyutmaya çalışan, şiddet ve korku ile baskı altına almaya çalışan bir yönetim, diğer yanda ise artık kendine dayatılanı yapmaktan sıkılmış özgürlüğü elinden alınmaya çalışılan ve bu gidişe dur demek isteyen halk. Bu yönüyle de sadece oyunları anlatıp kimin hayatta kalıp kalmayacağından çok bir isyan hikayesi ortaya çıkmış.
 
    Serinin sinemaya kattığı ne var derseniz Jeniffer Lawrence derim. Bir kaç filmde oynamış olsa bile bu seri sayesinde kendini gösterme fırsatı buldu ve 23 yaşında olmasına rağmen şimdiye dek çok önemli ödüller kazandı. Futboldaki ''Messi mi? Ronaldo mu?'' tartışmasının ileri boyutlarından biri olan ''Messi kolaysa gitsin İngiltere liginde de böyle oynasın.'' sözü Jeniffer için geçerli değil çünkü bu seri dışında Umut Işığım filminde de çok başarılı bir oyunculuk sergileyip tek maçta parlayıp bir anda ortadan kaybolan genç futbolcular gibi olmayacağını gösterdi.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

The Hobbit: An Unexpected Journey

 
    Hobbit. Özellikle Yüzüklerin Efendisinden sonra genellikle genç kesim arasında kısa boylu insanlar için kullanılan bir kelime. Ağızda durduğu gibi sevimli değildir her zaman. Ters birine söylediğiniz vakit kavga çıkarma potansiyeline sahiptir. Ne var ki dilimizdeki bodur, yer alması vb. kelimelerin yerini alamamıştır.
 
    Yüzüklerin Efendisinin devamı niteliğinde olsa da hikaye bakımından öyle değildir. Yüzüklerin Efendisindeki hikayenin daha öncesi anlatılıyor. Yani hiç Yüzüklerin Efendisini izlemediyseniz bile (izlemeyen varsa söylesin de bari ben onun adına utanayım) bu filmi keyifle seyredebilirsiniz.
 
    Rahat, yalnız, huzurlu ve bir o kadar da monoton bir yaşamı olan Bilbo Baggins adındaki hobbit'in sıradan hayatının bir yolculukla nasıl değiştiği anlatılıyor filmde. Beklenmeyen yolculuk ismi de buradan geliyor anlayacağınız gibi. Hatırladığım kadarıyla eski dostlarımızdan Gandalf, Gollum, Saruman ve kısa süreli de olsa Frodo'yu görebileceğiz.
 
    Aragon, Legolas ve Gimli gibi has karakterlerin yerini şimdilik daha fos karakterler alsa da çıkacak diğer iki filmde bu karakterleri görebileceğiz. Legolas'ın elf gözleriyle neler görüp görebileceğini merakla bekleyenlerdenim ben de. Zaten Hobbit'in çıkacağını öğrendiğimde ki tek korkum serinin önemli oyuncularıyla anlaşılamamasıydı. Bizim dizilerde oluyor ya hani biri diziden çıksa da oynadığı karakteri çıkarmaz ve başka oyuncuyla canlandırırlar. Neyse ki filmde öyle bir şey olmadı. Mesela Arka Sokaklardaki Pınar'ı şu zamana kadar 3 kişi oynadı. Beterin beteri var.
 
    Şu an vizyonda olan serinin ikinci filmini (Hobbit: Smaug'un Çorak Toprakları) sinemada izleme şansınız var. Bu filmi izlemediyseniz de böyle bir şansı kaçırmayıp hemen izleyin ve devam filmini de sinema da izlemenin keyfine varın. Bu seri eskisi kadar ses getirmese de sırf serinin hayranları bile izlese gişeden gelecek hasılatla oscar'a aday olabilecek 2 film yapılabilir. Öyle fanatik bi' hayran kitlesi var.
 
    Dizi ve filmlerimizde bizde çok çekiyoruz bu hobbitlerden. Ama ben iyimser bakmaya çalışıyorum. Sanırım erkek oyuncularımız çok uzun olduğu için kadınlar kısa gösteriyor. O kadar uzunlar ki koy 12 Dev Adam reklamına sırıtmazlar. Eğer kadınlar çok kısaysa da onlara iki çift lafım var; Tamam ailenden dolayı genetik olarak kısasındır anlarım ama bacım sana küçükken hiç mi süt falan vermediler. Hiç mi voleybol/basketbol oynamadın. Hayır yani sonra senin yüzünden oyunculukla alakası olmayan mankenleri başrol yapıyorlar.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

12 Angry Men

123
 
    Renkli film takıntınız varsa bu filmi izleyerek hastalığınızdan kurtulabilirsiniz. İzlediyseniz ve hala devam ediyorsa sabah ve akşam olmak üzere günde 2 öğün tok karna siyah-beyaz kült filmleri izlemenizi öneririm. Her 10 kişiden 8'inde görülen bu hastalık çağımızın vebası gibi. Bir diğeri de Türkçe dublaj izleme takıntısı. Bir sinemasever olarak kendilerine şifa diliyorum. Unutmayın her şey kafada biter, iradeli olursanız hep birlikte bunların da altından kalkabiliriz.
 
    Mahkemelerde geçen dünya kadar film var. Bunlarda genellikle baş kahraman tabii ki avukattır. İkinci sırada ise sanık. Üstüne bir de cinayet vakası eklediğiniz zaman klişelerden geçilmez. Amerikalıların yaptığı bu tür filmler daha meşhur olduğu için jüri üyelerinin de yeri yadsınamaz. ''Sayın yargıç, sevgili jüri üyeleri''ni kulağımıza kazıyan da bu yapımlardır.
 
    Bir çocuğun babasını öldürdüğü iddia edilen cinayet davasının jürisi olan 12 kişinin tartışmalarıyla geçiyor film. 11 kişi çocuğun suçlu olduğunu düşünürken 1 kişi emin olamadığı için kararı yargıca sunamıyorlar ve tartışmaları da böylece başlamış oluyor.
 
    Filmin hemen hemen hepsi jüri üyelerinin tartıştıkları tek bir odada geçiyor. Tek mekanda geçen filmlerden son zamanlarda çıkan en güzel örneklerinden biri benim de daha önce burada eleştirisini yazdığım 127 Saat. O film de gayet başarılıydı. Bu filmle arasındaki en büyük fark ise orada bütün işi James Franco üstlenmişti. Bu filmde ise 12 başrol oyuncusu var.
 
    Bazı Filmler avukatlığa özendirir ya hani. Müvekkilini kurtarmanın verdiği o muazzam hazzı hissettirir. Tabii bir doktorun hastasının hayatını kurtardığında ki sevinç kadar olamaz ama sonuçta o mesleğe sempati duymanızı sağlar. Bu filmle de o hep arka planda kalan, hor görülen, ikna edilmeye çalışılan, her söylenene inanan jüri üyeliğinin aslında ne kadar önemli ve sorumluluk gerektiren bir görev olduğunu göreceksiniz.
 
    Yazının bu kısmından itibaren saçmalamayacağıma garanti vermiyorum. Onun için isteyenler dağılabilir. Cinayet deyince aklıma geldi, yeni başlayan bir dizi var Kanal D'de adı Cinayet. Hiç izlemedim kendilerini ama ilk fragmandan belli ediyor zaten kendini (yine de siz benim gibi ön yargılı olmayın). Her neyse fragmanında Nurgül Yeşilçay (ki ben kendisini her yıl en az 3 yapımda oynamasıyla Nicolas Cage'e çok benzetiyorum) 40 yıllık katil kelimesini cinayetçi olarak sundu. Ben araştırdım ama henüz böyle bir kelime bulamadım. TDK'nın sitesine de giremiyorum nedense. Bir sonuca ulaşan varsa lütfen beni haberdar etsin. Bak hala elim ayağım titriyor.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

American History X

 
    Nasıl, nerede, ne şekilde, ne şartlarda, ne renkte doğacağımızı biz seçemeyiz. Kimseye sorulmadı hangi ırktan olmak istediği. Ama bir insanı yargılamak için bazılarınca gayet yeterli sebepler bunlar. Empati kuramayan biri ya da birileri tarafından beyni yıkanırcasına aklına sokulmuş o iğrenç düşünceleri hayvanlardan en büyük farkını yaratan düşünce gücünü kullanmadan kabul edenler de ırkçılığın günümüzde bile varlığını sürdürmesinin temel sebebi. Irkçılıkla ilgili bir giriş yapmamın sebebi bu filmin ırkçılıkla ilgili yapılmış en iyi filmlerden biri olmasıdır.
 
    Film ''Özgürlükler ülkesi'' Amerika'da geçiyor. Bildiğiniz gibi eskiden orada bir siyahinin başbakan olması şöyle dursun bu bir suç niteliğindeydi. Bunun en acı örneği 1957 yılında sadece beyazları kabul eden Hary Harding lisesine ilk kabul edilen ilk siyahi öğrenci Doroty Counts'un bir kaç gün küfürlere ve dalga geçmelere dayanamayarak okuldan ayrılmasıdır.
 
    Filmin kısaca konusu: Derek (Edward Norton) ırkçı bir gruba üyedir. Bir gece arabasını çalmaya çalışan iki kişiyi öldürdüğü için hapse girer ve orada şahit oldukları yıllarca yaptığı ayrımcılığın ne kadar gereksiz ve saçma olduğunu anlamasını sağlar. Artık tek amacı ailesini bu işlerden uzak tutmaktır.
 
    Edward Norton filmdeki inanılmaz oyunculuğunun karşılığı olarak sadece Oscar'a aday olmakla yetinse de ona Fight Club'ın kapılarını da açtı. Böylece o efsane filmdeki efsane karakteri canlandırarak adını tarih sayfalarına tükenmez kalemle yazmış oldu.
 
    İçinde bulunduğumuz dönemde bu tür filmlere rastlamak pek mümkün değil. En azından konu bakımından yakın filmler işlense bile mutlaka Amerikan propagandası görüyoruz. Ama bu filmden 1 yıl önce çıkan Hayat Güzeldir filmini önerebilirim.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Kick-Ass 2



    Filmdeki kahramanların isimleri ve isminden dolayı fazlaca argo kelime kullanacağımı şimdiden belirtmek isterim. Zaten televizyondaki gibi bunları bipleme şansımda yok ve aslında bunun televizyonda yapılmasına da gerek yok. sonuçta artık çocuklar bile o bipli sahnelerde ne denmek istendiğini çok iyi anlıyorlar. Zaten ismi Kıça Tekme olan bir filmden de romantik filmlerdeki kibarlığı beklemek yanlış olur.
 
    Süper Kahramanlığın gerçekte nasıl olabileceğini ve bunun komik yanlarını göstermeye çalışmışlar. Aslında bu konu ilk film çıkmadan önce de benim aklımda vardı. Korku filmlerini ti'ye alan onca film varken bunların neden olmasın demiştim. Bu filmden önce de az da olsa örnekleri var ancak en başarılısı Kıça Tekme.
 
    Böyle bir film olursa Superman'in kendi olur ve eksikliklerinden faydalanılır, aynı şekilde Batman ve Spider-Man'de de bu uygulanır diye düşünmekteydim ki yanıldığımı anladım. Film kendi kahramanlarını çıkardı böylece vasat bir yapım olmaktan kurtuldu. Bu vasat filmlerin örnekleri çok. Bir filmle dalga geçeyim derken dalga geçilir duruma gelmek çok ironik doğrusu.
 
    Filmden bağımsız olarak takıldığım bir noktaya değinmek istiyorum. Herkes Türkçesi Yarasa Adam ve Süper Adam olan kahramanlara orjinal isimleriyle hitap ederken sanki içimizden biri olan Spider-Man'ı Örümcek adam olarak tanımlıyor. Film ve çizgi filmler'de de bu geçerli.
 
    Emin olun kahramanların adı bildiğimiz kahramanların adlarından daha yaratıcı. Sözüm buradan Hollywood'a; Koskoca bütçe yapmışsın mekan ayarlamışsın ekip oluşturmuşsun ama demirden kıyafet giyiyor diye Demir Adam (İron Man) diye film çekmek nedir? Biraz yaratıcı olun da yeni kahramanlar çıkarın.
 
    Tabii ki ilk filmi izledikten sonra izlerseniz çok daha iyi olur ama aralarında büyük bir bağ yok. ''Ben ilk filmi izlemedim bunun zevki çıkmaz'' denilebilecek bir film değil. Ancak ilkini izlerseniz daha büyük bir zevk ve heyecanla izlersiniz yenisini.
 
    İnsanı filme çeken en büyük etkenlerden biri de Jim Carrey. Özellikle son yıllardaki oynadığı projelerin pek iyi olmaması sebebiyle de insan sevdiği Jim Carrey'i arar oldu. Bu filmde onu bulacaksınız diyemem ama o karakteri ondan daha iyi canladıracak oyuncu sayısı da bir elin parmaklarını geçmez.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

The Girl with the Dragon Tattoo


    İsveçli yazar Stieg Larsson yazdığı üçlemenin ilk filmi. Üçlemenin ilk filmi ancak bu filmin hem İsveç versiyonu var 2009 yılında çıkan hem de Hollywood versiyonu 2011'de çıkan. Benim bahsedeceğim 2011 Hollywood yapımı olan film.
 
    Bu kadar kısa süre içerisinde bir kitabı tekrar uyarlamak bana çok doğru gelmiyor. Orjinali izlemediğim için karşılaştırma yapamayacağım ancak filmi izlemediyseniz ilk olarak orjinalini izlemenizi öneririm. 2009 yapımı filmden haberim olmadığı için benim böyle bir şansım olmadı ne yazık ki.
 
    İsveç yapımında üçlemenin her biri aynı yıl içerisinde filme dönüştürüldü. Devam filmlerinin isimleri; Ateşle Oynayan Kız ve Arı Kovanına Çomak Sokan Kız. Millennium üçlemesi olarak biliniyorlar.
 
    Kitabını almak ve almamak arasında çok karasız kalmıştım Tüyap Kitap Fuarında. Halihazırda okuduğum Uçurtma Avcısı vardı ve sırada bekleyen kitaplar da olduğu için vazgeçtim. Çok da iyi yapmadım galiba. Çünkü film gayet güzel ve kitaplar genelde filmlerinden daha güzel olurlar. Onun için filmi izlemeden önce iki kere düşünün.
 
    Bir olayı çözmek ve düştüğü sıkıntılı durumdan uzaklaşmak için tamamı bir aileye ait adaya giden yazarın ve karşılaşmalarıyla kızla beraber olayı çözmeye çalıştıklarını anlatıyor. Olay ise yıllar önce kaybolan Harriet isimli gencin ölüp ölmediği. Öldüyse kimin öldürdüğü.
 
    Gerilimin hat safhada olduğu filmlerde aklımıza ilk gelen yönetmenlerden olan David Fincher imzalı bu film. Se7en filminin eleştirisinde de yazdığım gibi bu adam tarzını filmlerine fazlasıyla yansıtıyor. Başroller de son James Bond Daniel Craig ve çok tanınmayan ancak yakın bir zamanda adının fazlasıyla telaffuz edileceğini düşündüğüm Rooney Mara var.
 
    Film tutunca paranın kokusunu alan Hollywood boş durur mu? Tabii ki hayır. Serinin devam filmlerini de yeniden uyarlayacaklar. Vizyon tarihi belli olmasa da Ateşle Oynayan Kız filminin çekileceği kesin. Kısaca gizemlerle dolu uzun ama bir solukta izlenilebilecek güzel bir film.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Walk the Line

 
    Müziğin en güzel hallerinden olan Rock'n Roll'un efsanelerinden Johnny Cash'in hayat hikayesini anlatan bir film. Bu müzik türünün gelişmesinde ve popülerleşmesinde Elvis Presley kadar olmasa da çok önemli bir yere sahip kendisi. Cash'in hayat hikayesi de farklı olduğu için romandan uyarlanmış gibi olmuş film.
 
    Film Johnny Cash'in özel hayatında yaşadığı çalkantılı dönem ve zirveye doğru nasıl çıktığını konu alıyor. Romandan uyarlanma gibi bir benzetme yapmıştım az da olsa doğruluk payı var. Çünkü Cash'in yazıdığı iki otobiyografik kitaptan uyarlanma. Bir nevi kendi hayatının senaristi oldu. O öldükten 2 sonra ise senaryosu hayata geçirildi.
 
    Ülkemizde (en azından benim çevremde) tanıyanı çok olmayan olsa da en fazla 1-2 şarkısının ismini söyleyebilecek potansiyelde insan çok olduğu için film hakkında eleştiri yazıp bu efsaneyi tanıtmak istedim. İyi de yaptım aslında. Türkiye'deki en popüler ve genelde boş şarkılardan oluşan pop müzik dinleniyorsa insanların bu adamı tanımaya hakları var.
 
    Başrol oyuncuları Joaquin Phoenix (Johnny Cash) ve Reese Witherspoon (June Carter) sesleriyle ve görünüşleriyle fazlasıyla andırıyorlar canlandırdıkları kişileri. June Carter'ı da tabii ki göreceğiz bu adamın hayatında önemli bir yeri olduğu için. Onların dışında Elvis Presley de filmde geçiyor bir kaç yerde.
 
    Toparlamak gerekirse bol müzikli biraz uzun ama sıkıcı olmayan bir biyografik film. Bir müzisyenin hayatı neredeyse anlatılabilecek en iyi şekilde anlatılmış. Filmin orjinal ismi ise Cash'in bir şarkısından geliyor. Yaşlandıktan sonra bile Hurt gibi hafızalara kazınan şarkıları seslendiren Cash 2003 yılında 71 yaşında June Carter'dan bir kaç ay sonra yaşamını yitirdi.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS