Footer Logo
.
.
.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
RSS

American History X

 
    Nasıl, nerede, ne şekilde, ne şartlarda, ne renkte doğacağımızı biz seçemeyiz. Kimseye sorulmadı hangi ırktan olmak istediği. Ama bir insanı yargılamak için bazılarınca gayet yeterli sebepler bunlar. Empati kuramayan biri ya da birileri tarafından beyni yıkanırcasına aklına sokulmuş o iğrenç düşünceleri hayvanlardan en büyük farkını yaratan düşünce gücünü kullanmadan kabul edenler de ırkçılığın günümüzde bile varlığını sürdürmesinin temel sebebi. Irkçılıkla ilgili bir giriş yapmamın sebebi bu filmin ırkçılıkla ilgili yapılmış en iyi filmlerden biri olmasıdır.
 
    Film ''Özgürlükler ülkesi'' Amerika'da geçiyor. Bildiğiniz gibi eskiden orada bir siyahinin başbakan olması şöyle dursun bu bir suç niteliğindeydi. Bunun en acı örneği 1957 yılında sadece beyazları kabul eden Hary Harding lisesine ilk kabul edilen ilk siyahi öğrenci Doroty Counts'un bir kaç gün küfürlere ve dalga geçmelere dayanamayarak okuldan ayrılmasıdır.
 
    Filmin kısaca konusu: Derek (Edward Norton) ırkçı bir gruba üyedir. Bir gece arabasını çalmaya çalışan iki kişiyi öldürdüğü için hapse girer ve orada şahit oldukları yıllarca yaptığı ayrımcılığın ne kadar gereksiz ve saçma olduğunu anlamasını sağlar. Artık tek amacı ailesini bu işlerden uzak tutmaktır.
 
    Edward Norton filmdeki inanılmaz oyunculuğunun karşılığı olarak sadece Oscar'a aday olmakla yetinse de ona Fight Club'ın kapılarını da açtı. Böylece o efsane filmdeki efsane karakteri canlandırarak adını tarih sayfalarına tükenmez kalemle yazmış oldu.
 
    İçinde bulunduğumuz dönemde bu tür filmlere rastlamak pek mümkün değil. En azından konu bakımından yakın filmler işlense bile mutlaka Amerikan propagandası görüyoruz. Ama bu filmden 1 yıl önce çıkan Hayat Güzeldir filmini önerebilirim.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Kick-Ass 2



    Filmdeki kahramanların isimleri ve isminden dolayı fazlaca argo kelime kullanacağımı şimdiden belirtmek isterim. Zaten televizyondaki gibi bunları bipleme şansımda yok ve aslında bunun televizyonda yapılmasına da gerek yok. sonuçta artık çocuklar bile o bipli sahnelerde ne denmek istendiğini çok iyi anlıyorlar. Zaten ismi Kıça Tekme olan bir filmden de romantik filmlerdeki kibarlığı beklemek yanlış olur.
 
    Süper Kahramanlığın gerçekte nasıl olabileceğini ve bunun komik yanlarını göstermeye çalışmışlar. Aslında bu konu ilk film çıkmadan önce de benim aklımda vardı. Korku filmlerini ti'ye alan onca film varken bunların neden olmasın demiştim. Bu filmden önce de az da olsa örnekleri var ancak en başarılısı Kıça Tekme.
 
    Böyle bir film olursa Superman'in kendi olur ve eksikliklerinden faydalanılır, aynı şekilde Batman ve Spider-Man'de de bu uygulanır diye düşünmekteydim ki yanıldığımı anladım. Film kendi kahramanlarını çıkardı böylece vasat bir yapım olmaktan kurtuldu. Bu vasat filmlerin örnekleri çok. Bir filmle dalga geçeyim derken dalga geçilir duruma gelmek çok ironik doğrusu.
 
    Filmden bağımsız olarak takıldığım bir noktaya değinmek istiyorum. Herkes Türkçesi Yarasa Adam ve Süper Adam olan kahramanlara orjinal isimleriyle hitap ederken sanki içimizden biri olan Spider-Man'ı Örümcek adam olarak tanımlıyor. Film ve çizgi filmler'de de bu geçerli.
 
    Emin olun kahramanların adı bildiğimiz kahramanların adlarından daha yaratıcı. Sözüm buradan Hollywood'a; Koskoca bütçe yapmışsın mekan ayarlamışsın ekip oluşturmuşsun ama demirden kıyafet giyiyor diye Demir Adam (İron Man) diye film çekmek nedir? Biraz yaratıcı olun da yeni kahramanlar çıkarın.
 
    Tabii ki ilk filmi izledikten sonra izlerseniz çok daha iyi olur ama aralarında büyük bir bağ yok. ''Ben ilk filmi izlemedim bunun zevki çıkmaz'' denilebilecek bir film değil. Ancak ilkini izlerseniz daha büyük bir zevk ve heyecanla izlersiniz yenisini.
 
    İnsanı filme çeken en büyük etkenlerden biri de Jim Carrey. Özellikle son yıllardaki oynadığı projelerin pek iyi olmaması sebebiyle de insan sevdiği Jim Carrey'i arar oldu. Bu filmde onu bulacaksınız diyemem ama o karakteri ondan daha iyi canladıracak oyuncu sayısı da bir elin parmaklarını geçmez.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

The Girl with the Dragon Tattoo


    İsveçli yazar Stieg Larsson yazdığı üçlemenin ilk filmi. Üçlemenin ilk filmi ancak bu filmin hem İsveç versiyonu var 2009 yılında çıkan hem de Hollywood versiyonu 2011'de çıkan. Benim bahsedeceğim 2011 Hollywood yapımı olan film.
 
    Bu kadar kısa süre içerisinde bir kitabı tekrar uyarlamak bana çok doğru gelmiyor. Orjinali izlemediğim için karşılaştırma yapamayacağım ancak filmi izlemediyseniz ilk olarak orjinalini izlemenizi öneririm. 2009 yapımı filmden haberim olmadığı için benim böyle bir şansım olmadı ne yazık ki.
 
    İsveç yapımında üçlemenin her biri aynı yıl içerisinde filme dönüştürüldü. Devam filmlerinin isimleri; Ateşle Oynayan Kız ve Arı Kovanına Çomak Sokan Kız. Millennium üçlemesi olarak biliniyorlar.
 
    Kitabını almak ve almamak arasında çok karasız kalmıştım Tüyap Kitap Fuarında. Halihazırda okuduğum Uçurtma Avcısı vardı ve sırada bekleyen kitaplar da olduğu için vazgeçtim. Çok da iyi yapmadım galiba. Çünkü film gayet güzel ve kitaplar genelde filmlerinden daha güzel olurlar. Onun için filmi izlemeden önce iki kere düşünün.
 
    Bir olayı çözmek ve düştüğü sıkıntılı durumdan uzaklaşmak için tamamı bir aileye ait adaya giden yazarın ve karşılaşmalarıyla kızla beraber olayı çözmeye çalıştıklarını anlatıyor. Olay ise yıllar önce kaybolan Harriet isimli gencin ölüp ölmediği. Öldüyse kimin öldürdüğü.
 
    Gerilimin hat safhada olduğu filmlerde aklımıza ilk gelen yönetmenlerden olan David Fincher imzalı bu film. Se7en filminin eleştirisinde de yazdığım gibi bu adam tarzını filmlerine fazlasıyla yansıtıyor. Başroller de son James Bond Daniel Craig ve çok tanınmayan ancak yakın bir zamanda adının fazlasıyla telaffuz edileceğini düşündüğüm Rooney Mara var.
 
    Film tutunca paranın kokusunu alan Hollywood boş durur mu? Tabii ki hayır. Serinin devam filmlerini de yeniden uyarlayacaklar. Vizyon tarihi belli olmasa da Ateşle Oynayan Kız filminin çekileceği kesin. Kısaca gizemlerle dolu uzun ama bir solukta izlenilebilecek güzel bir film.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Walk the Line

 
    Müziğin en güzel hallerinden olan Rock'n Roll'un efsanelerinden Johnny Cash'in hayat hikayesini anlatan bir film. Bu müzik türünün gelişmesinde ve popülerleşmesinde Elvis Presley kadar olmasa da çok önemli bir yere sahip kendisi. Cash'in hayat hikayesi de farklı olduğu için romandan uyarlanmış gibi olmuş film.
 
    Film Johnny Cash'in özel hayatında yaşadığı çalkantılı dönem ve zirveye doğru nasıl çıktığını konu alıyor. Romandan uyarlanma gibi bir benzetme yapmıştım az da olsa doğruluk payı var. Çünkü Cash'in yazıdığı iki otobiyografik kitaptan uyarlanma. Bir nevi kendi hayatının senaristi oldu. O öldükten 2 sonra ise senaryosu hayata geçirildi.
 
    Ülkemizde (en azından benim çevremde) tanıyanı çok olmayan olsa da en fazla 1-2 şarkısının ismini söyleyebilecek potansiyelde insan çok olduğu için film hakkında eleştiri yazıp bu efsaneyi tanıtmak istedim. İyi de yaptım aslında. Türkiye'deki en popüler ve genelde boş şarkılardan oluşan pop müzik dinleniyorsa insanların bu adamı tanımaya hakları var.
 
    Başrol oyuncuları Joaquin Phoenix (Johnny Cash) ve Reese Witherspoon (June Carter) sesleriyle ve görünüşleriyle fazlasıyla andırıyorlar canlandırdıkları kişileri. June Carter'ı da tabii ki göreceğiz bu adamın hayatında önemli bir yeri olduğu için. Onların dışında Elvis Presley de filmde geçiyor bir kaç yerde.
 
    Toparlamak gerekirse bol müzikli biraz uzun ama sıkıcı olmayan bir biyografik film. Bir müzisyenin hayatı neredeyse anlatılabilecek en iyi şekilde anlatılmış. Filmin orjinal ismi ise Cash'in bir şarkısından geliyor. Yaşlandıktan sonra bile Hurt gibi hafızalara kazınan şarkıları seslendiren Cash 2003 yılında 71 yaşında June Carter'dan bir kaç ay sonra yaşamını yitirdi.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Now You See Me


    Sihir'i insanoğlunun eski çağlarda olduğuna inanılan şimdiyse eğlenme aracı olarak kullanılan kandırmaca olarak tanımlayabiliriz. Eskilerde cadı adı vb. isimlerle adlandırılan sihir/büyü yaptığı iddia edilen bir çok kişi öldürüldü. Tabii artık daha masumane bir hal aldı bu olay. Öyle ki insanlar bu illüzyonları görmek ve bilerek kandırılmak için tonlarca para döker oldu. Böylece sihirbaz veya illüzyonist denilen kişilerin sayısı arttı ve alternatif bir meslek halini aldı.
 
    Hollywood'da hemen hemen her 5 yılda bir sihirbazlık çatısı altında filmler yapıyor. Bunlardan en beğenileni başrolünde Christian Bale'nin oynadığı Prestij filmi. Böyle filmlerin genellikle sonlarında seyircinin matık hatası olarak değerlendirmemesi ve merak içinde kalmaması için yapılan artık her neyse açıklanır.
 
    Seçilen 4 sihirbazın bir amaç uğruna takım olarak neler yaptıklarını anlatıyor film. Merak unsurunu üst düzeyde tutmuşlar ki en önemlisi de bu. Siz nasıl yaptılar diye düşünürken başka bir numara ile yeni bir gizem daha ortaya çıkıyor. Dertleri bu işten para kazanmak değil, halkın sevgisinin kazanan modern Robin Hood gibiler. Kim sevmez ki Robin Hood'u?
 
    Her rolün altından kalkan adam Morgan Freeman'ın rol alması beni filme çeken etkenlerden birisi. Ama en çok Sosyal Ağ filminde harika bir oyunculuk sergileyen Jesse Eisenberg'in performansını merak ettiğim için izledim. İzlerseniz pişman olmazsınız diyemeyeceğim. Sadece merak ettirmek de bir yere kadar. Onun dışında da güzel bir hikaye istiyor insan.
 
    Filmin yan etkileri ise izledikten sonra kendinizi Google ve YouTube'nin arama motorlarına sihirbazlık numaraları, şu nasıl yapılır tarzı kelimeler yazarken bulabilirsiniz. Yaptım mı yaptım. Çok da iyi güzel oldu yüzük kaybetme numarasını öğrendim. Sihirli Annem'de de denildiği gibi ''Sihirli Günler!''.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

The Social Network


    Dünya'da 500 Milyonu aşkın kullanıcısı olan Facebook'un nasıl kurulduğunu konu alıyor film. Artık insanların hayatlarında önemli bir yer edinen site de insanı çeken en önemli nokta tanıdığınız herkesin (Yaşı ilerlememişse tabi) bir hesabı olması. Çılgınlık haline gelen bu sosyal ortam yıllarca diktatörlüğünü sürdüren MSN'nin de hala kullanılsa da sonunu getirdi. Öyle bir boyuta ulaştı ki bir çok kişi sosyalleşmek adına bu platformu kullanmaya başladı.
 
    Filme gelirsek sitenin nasıl kurulduğunu ve bu bu boyutlara nasıl geldiğini konu ediniyor. Çok da temiz yollardan geldiğini savunmak yanlış olur. Yani Mark Zuckerberg'i hepimiz Facebook'un kurucusu olarak biliyoruz, öyle de. Ama nasıl ve tek başına mı sorularının cevaplarını filmi izledikten sonra alabilirsiniz.
 
    Başta konusu sıkıcı gibi gelebilir. Açıkçası bana öyle gelmişti. Belgesel tarzında Mark ve o dönem ki arkadaşlarının anlatımı ve canlandırmalarla yapılan bir film değil. Bildiğiniz biyografik tarzda bir film. Kimseyi özellikle övme veya yerme yok.
 
    Başarılı oyuncu kadrosunda da tanıdık isimlere rastlamak mümkün. Kısa bir zaman içinde bu seviyelere gelen ve  Mark'ı canlandıran (hatta andıran) Jesse Eisenberg başrolde. Onun dışında son Spider-Man Andrew Garfield ve hem şarkıcı hem oyuncu olan Justin Timberlake de var.Ama en önemlisi yönetmen gerilim filmleriyle nam salmış olan David Fincher.
 
    Filmin başarısı için hasılat dışında bir kanıt istiyorsanız size tam 8 dalda Oscar'a aday olduğunu söyleyebilirim. Bunlardan da en iyi düzenleme, orjinal müzik ve senaryoyu kazandı. Oscar dışında ise 11 dalda aday gösterilip 6 ödül kazandı.
 
    Hemen her gün ziyaret ettiğimiz bu sitenin nasıl kurulduğunu ve bu günlere geldiğini sıkmadan, en başarılı yoluyla izlemek isterseniz bu filmi öneririm.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

August Rush


    Müzik hepimizin duyduğu ancak göremediği ancak en çok ihtiyaç duyduğumuz şeylerden biri. Herkesin müzik zevki kişiliğiyle orantılı olarak farklı ama işin içine iyi bir hikayesi olan film girerse klasik müzik dinleyicisinden punk dinleyicisine kadar herkesi ortak bir noktada buluşturabiliyor. Film ve müzik birbirine çok benzedikleri için olsa gerek. Mesela bir filmde aşk hikayesini izleyebilirsin, müzikte ise dinleyebilirsin. Yani ikisi de sizi bulunduğunuz ortamdan uzaklaştırıp bir süreliğine de olsa keyifli bir seyahate çıkarır.
 
    Bu film tam anlamıyla bir müzikal değil. Müzikal herhangi bir konuyu işler (Örneğin Fransız Devrimini anlatan Sefiller Müzikali) ve oyuncular da neyi canlandırırlarsa canlandırsınlar opera havasındaki konuşmalarla diyaloglarını kurarlar. Müzik konulu filmler ise size uzun bir albümün klibini izlemiş hissini verir.
 
    Çok fazla raslantısal olayın olması filmi biraz bozuyor. Tabi şans faktörü de fazlasıyla ön plana atılmış. Bunlardan yola çıkarak senaryonun çok iyi olmadığını anlayabiliyoruz. ''Bizde yapsalar tutmaz'' kelimesi bu film için gayet uygun. Az biraz yeşilçam filmi izleyen biri bu filmi izledikten sonra ne demek istediğimi anlar.
 
    Filmi beğenilmesinde ki en büyük faktör tabii ki müzikleri. Beğenilmemesi'nin sebebinin ise abartılı hikayesi olduğunu anlamak için bir Atilla Dorsay olmaya gerek yok. Kötü de değil ama sanki gerçekte yıllar sürmüş bir hikayenin çok kısıtlı zamanda gerçekleştirilmeye çalışılmış.
 
    Bu tür filmleri müzik ülkesi olarak en çok beğendiğim İngiltere'den görmeyi daha çok isterim. Gönül ister ki bizde de örnekleri bolca görülsün ancak zalim gişe canavarının korkusundan olacak ki pek yok.
 
    Filmdeki müzisyenler kadar kadar başarılı olabilirsiniz ya da bir enstrümanı çok iyi çalamayacak olsanız bile sanatın hangi dalı olursa olsun ilgilenmekten zarar gelmez. Yani insanı olumlu yönde etkileyebilecek bir film. Mesela Dövüş Kulübü'nü izleyen bir çok erkekte kavga etme isteği (ki genelde istek olarak kursakta kalır) oluşur. Bunda ise gitar çalma.
 
    Küçük Yıldızımız Freddie Highmore görevini başarıyla yerine getirmiş. Onun yanında ise usta oyuncu Robin Williams dikkatleri çekiyor.
 
    Oscar'da en iyi orjinal şarkı dalında Raise It Up ile aday olan filmin müzikseverler tarafından olumlu tepkilerle karşılanacağını düşünüyorum. Onun dışında bir Amadeus beklemeyin. Beklentileriniz düşük aldığınız keyif büyük olsun.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Se7en


    Dedektifliğin bir çok filmde nasıl heba edildiğini gören biri olarak söylüyorum ki işte budur. Zekasını ve bilgisini eldeki kanıtlara dayanarak olayı çözmeye çalışır. Bunu çok iyi aktaran film sıradan bir hikaye'ye dayansa da David Fincher fırçasını sağlı sollu vurarak bir yönetmenin senaryo üzerinde ne kadar etkili olduğunu göstererek meslektaşlarına da bir ders veriyor.
 
    Film insanı garip bir şekilde geriyor. Fincher'ın bir kaç filmini izleyen varsa ne demek istediğimi anlar. Mesela Paranormal Activity'nin asıl görevi insanı germek olduğu için seyirciye yansıtmak daha kolaydır. Ama bir polisiyede de iyi olduğu taktirde gayet etkili olabiliyor. Bunu bu adar iyi yansıttığı için ve giderek merak uyandırdığı için kült bir film.
 
    Morgan Freeman ve Brad Pitt klasik deneyimli-deneyimsiz iki dedektifi canlandırıyorlar. Freeman son görevine hazırlanırken, Pitt'in oynadığı karakterin aldığı en büyük görevlerden biri ve bu işte birlikteler. Önceki sene Esaretin Bedeli gibi efsane bir filmde oynayan Freeman yine öyle bir filmde oyunculuğunu konuşturuyor.
 
    Zeki katil mi daha kötüdür? Yoksa Deli mi? Her ikisi de olabilir ama buradaki seri katilde ikisinden de biraz var. ''İnanç'' uğruna 7 önemli günah işleyen 7 kişiyi öldürmeyi planlıyor.
 
    Filmin müzikleri de oluşturulan gerilim havasında oldukça etkili olmuş. Brad Pitt ile David Fincher daha sonra birlikte çalıştıkları projeleri olan Dövüş Kulübü ve Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi filmlerinde de başarılarını sürdürdüler. Yer yer sıkılsanız bile sabredin, karşılığını alacaksınız.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

District 9


    Bir düşünün uzaylılar dünya'ya gelmiş ve dönemedikleri için kalmak zorundalar. Nereye inerler? New York ilk tahminler arasındaki yerini yıllardır süre gelen felaketler ve bunlara kazandığı bağışıklık nedeniyle ilk sırada aklıma gelenlerden biri. Kar fırtınası, tsunami, kıyamet, zombi saldırısı vb. olaylar atlatan bu şehirden çok uzaklarda sömürülmekten ve açlıktan iliği kuruyan Afrika'da geçmekte film.
 
    Uzaylılar gemilerinin önemli bir parçası kaybolduğu için dünya da mahsur kalırlar. Onlara bir yer ayarlanır ve bu yerin tarihteki önemini yazının ilerleyen satırlarında açıklayacağım. İnsanlarla olan anlaşmazlıkları sonucunda onlarla iletişime geçemeyecekleri şehirden daha uzak bir yerleşim yeri yapılır ve oraya göçmeleri istenir.
 
    Şimdi dünya'ya indiklerinde ki onlara verilen yerin gerçekte tarihteki önemine açıklayayım; 1970 yılında filmde uzaylıların yaşadığı barakalarda gerçek insanlar yaşamaktaydı. 60.000 kişi zorla göç ettirildi. Filmin yönetmeni ve senaristi olan Neill Blomkamp bu olaydan esinlenerek filmi çekti.
 
    Kadrodaki oyuncuların hepsini saymayacağım ancak büyük bir cesaret örneği teşkil ettiğini de söylemeden geçemeyeceğim. Çünkü başrolde ki Sharlto Copley (Wikus) bu filmde ilk oyunculuk deneyimini yaşadı.
 
    Eskiye nazaran azalsa da günümüzdeki önemli sorunlardan biri olan ırkçılık burada da uzaylılara karşı yapılıyor. Bu kötü davranışın kurallarından biri olan benzetme uzaylılar için karides olarak yapılıyor. Ama uzaylılarda sütten çıkmış ak kaşık değiller hani. Misafirsin sonuçta aynı evrenin çocukları olmamız bir şeyi değiştirmez, edebinle otur.
 
    Son yıllarda Bilim-Kurgu'daki düşüşe bir hareketlenme getiren film rakiplerinin de etkili olamamasıyla son bir kaç yıl içerisinde çıkan türüne ait en iyi yapımlardan. Son olarak şunu da söyleyeyim ki uzaylıları farklı şekillerde gösteren filmler izledim ama mülteci olarak ilk kez görüyorum.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

This is the End


    Oyuncu kadrosuyla seyircide büyük bir heyecan yaratan ve beklentilerin çok yüksek olduğu film vizyona girdi. Film gayet komik ve bireysel oyunculuklarda harika. Bireysel oyunculuğun yanında bu adamlar aynı projelerde birçok kez kamera karşısına geçtikleri için adeta bir takım olmuş durumdalar. Öyle ki Pineapple Express, Çok Fena ve Kaza Kurşunu filmlerinin kadrosunda 4 kişi bu filmde tekrar bir araya geldi.
 
    Konusu James Franco yeni aldığı ev için verdiği parti sırasında beklenmedik garip olaylar yaşanır ve altı arkadaş aynı evde durmak zorunda kalırlar. Bizdeki İşler Güçler dizisindeki gibi oyuncular kendilerini oynuyorlar.
 
    Seth Rogen ve Evan Goldberg filmi yazdı, yönetti ve yapımcılığını üstlendiler. Seth de böylece ilk kez yönetmenlik deneyimini yaşamış oldu. Kadrodaki herkesle de yıllardır birlikte oynadığı için rahat geçirdiği bir deneyim olmuştur. Parasal olarak da iyi bir gelir elde edeceğini tahmin etmesi zor değil. Yani şu kadroya doğaçlama bile oynatsanız zarar etmezsiniz yine seyirci sinemaya gelir. Müzikleri arasında Gangnam Style ve Bodyguard gibi popüler şarkılarda var.
 
    Filmin başlarında Korkunç Bir Film tarzı bir şey çıkmasını bekliyorken sizi daha aşina olduğunuz yerlere götürüyor. Her filmlerinde ot içen kadro geleneği yine bozmamış. Filmdeki bir sahne fazlasıyla Kutsal Damacana'yı anımsatıyor. Asıl adı This is the End:Apocalypse olacaktı ama bir konuda anlaşmaya varılamadığı için son kısmı çıkarıldı. Alternatif bir kıyamet senaryosunun komedi ile birleşimine şahit olacaksınız.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

127 Hours


    ''Bu kaya... hayatım boyunca beni bekliyormuş. Varoluşundan beri, daha bir meteorken milyarlarca yıl önce. Uzaydan buraya düşmeyi bekliyormuş, tam buraya. Hayatım boyunca buraya sürüklenmişim. Doğduğum an, aldığım her nefes, yaptığım her şey beni buraya, evrendeki bu çatlağa sürüklemiş.'' Bunlar Utah'daki bir kanyon'da bir kayanın arasına elini sıkıştırıp 5 gün 7 saat orada kalan Aron Ralston'ı canlandıran James Franco'nun sözleri.
 
    Gerçek bir hikayeden yola çıkarak çekilen film mühendis ve doğa sporcusu Aron Ralston'ın Between a Rock and a Hard Place kitabından uyarlanma. Film insanı o kadar içine çekiyor ki insanda sürekli su içme isteği uyandırıyor. James Franco harika oyunculuğunun ödülünü Oscar'a aday gösterilerek alıyor. Franco, Kobe'nin Lakers'ta yaptığı gibi işi tek başına sırtlıyor. Olayı yaşayan gerçek Aron Ralston ise objektiflikten uzak olsa da izlediği en iyi film olduğunu söylüyor.
 
    Aron rolü için yönetmen Danny Boyle'nin ilk tercihinin Cillian Murphy olduğu söyleniyor. Eğer bu doğruysa büyük bir hatadan döndüklerini söyleyebilirim. James Franco komedi'de başarılı olsa da o türden biraz uzaklaşıp bunun gibi daha çok ilgi çeken ve oyunculuğunu gösterebileceği filmlerde oynarsa yakın bir gelecekte Oscar'a uzanabileceğini düşünüyorum.
 
    En can alıcı sahnede festivallerde dahil olmak üzere bayılan insanların olduğu açıklandı ki bu bana çokta garip gelmedi. Oscar'a altı dalda aday olan film ödül alamadı ve maalesef Zoraki Kral filminin arkasında kaldı. Bu film kesinlikle Oscar'ı almalıydı demiyorum ama o filmin almaması gerektiğini söyleyebilirim. Nedeni ise Zoraki Kral sıkıcı bir kraliyet ailesi filmi. Bu arada Aron Ralston'ın gerçekte çektiği kamera kayıtlarına internetten ulaşabilirsiniz.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Kaza Kurşunu (Knocked Up)


  İlk sezonunda bitirilen 1999 yapımı dizi Freaks and Geeks dizisinde parlayan oyuncular birlikte çalışmaya ve iyi işler çıkarmaya devam ediyor. Başrolde Katherine Heigl ve Seth Rogen var. Seth Rogen'da ilk kez o gençlik dizisinde oyunculuk performansı sergilemişti. Onun dışında bu filmin kadrosunda bulunan Jason Segel, Martin Starr ve çok kısa bir bölümde oynasa da James Franco'da var. Romantik-Komedi türüne giren filmdeki oyuncu kadrosuna bakarak komedinin daha ağır bastığını tahmin edebilirsiniz. Konusu gelecek olursak ; Allison magazin muhabiridir ve işinde gittikçe yükselmektedir, Ben ise bir işi olmayan ve tek istediği şey arkadaşlarıyla hazırladığı siteyi açmak olan bir işsizdir. Bir partide sarhoşken tanışır ve Allison'ın evinde bir gecelik bir ilişki yaşadıktan sonra Allison hamile olduğunu öğrenirler ve hayatları altüst olur. Gayet iyi işler çıkaran bu kadro 13 Eylül'de vizyona girecek This is End filminde de bir araya gelecek.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Jaws


Sinemada ilk çıktığı zamanlarda insanları denizden soğutan (Tarkan'daki ahtapotla birlikte) dev köpek balığı ile insanların imtihanını konu alan filmin başarılı olmasında yönetmen Steven Spielberg en büyük etkenlerden. Bunu serinin ikinci ve üçüncü filmlerinde farklı yönetmenle çalışıp ilkinin yanından geçemeyecek projeler olmasıyla kanıtlayabiliriz. Gelecek yıllarda çıkacak bir çok benzeri filme de öncülük ve esin kaynağı olmuştur. 1975 yapımı olduğu için köpek balığının gerçekçi olmadığını düşünenler izledikten sonra yanıldıklarını fark ettiler. Köpek balığı dev ama abartılmamış bir devlik. Yani fantaziye kaçılmamış olması seyircide daha olumlu bir tepki yarattı. Oyunculuklar da iyi olduğu için iyi bir yapım ortaya çıkmış.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Bir Zamanlar (Once)


  Yüksek bütçeli filmleri eleştirmek kolaydır imkanları varken daha iyi bir şey yapamadıkları için. Ama sadece 130.000 € bütçe ile çekilen bu film Grammy Ödülüne bile aday oldu. Kamera'da yeterince iyi olmaması olumsuz yönde bir durum ancak bu filmin daha sıcak olmasını sağlamış. Her ne kadar kızın İngilizce'yi bu kadar iyi kullanması (ya da bana öyle gelmesi) BBC'nin radyo kanalını izliyormuşum gibi hissettirse de onun şimdiye kadar ki ilk ve tek filmi olduğu için oyunculuğu hakkında kötü demekte camiaya saygısızlık olur. Diğer başrol oyuncusu Glen Hansard da müzisyen ve filmin ruhunda da müzik olduğu için onun çıkartacağı iş çok önemliydi ve layıkıyla görevini yerine getirdiğini söylemek mümkün.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Dünya Savaşı Z (World War Z)




  İzleyeninin büyük beklentilerle izlediği ama çoğunun umduğunu bulamadığı Brad Pitt'li korku filmi. Bir aile babasının zombilere karşı olduğuna The Walking Dead dizisini izleyenler alışık ancak onun dışında pek kullanışlı bir rol değil. Zombilere yeni özellikler eklenmiş ancak film pek tutmadığı için bunlarda kalıcı olmayacaklardır. Bir kaç örnek vereyim; Mesela 12 saniye içinde insan zombiye dönüşüyor. Bu yaratığımsı şeyler amerikan futboluna gerçek hayatlarında fazla meraklı olmanın avantajıyla ponpon kızlarınki gibi kule yapabiliyorlar. Ama en önemlisi çoğu zaman insanları yemiyorlar. Isırıp bırakıyorlar ve bu ''zombi kriterlerine'' fazlasıyla aykırı. Ayrıca her zamankinden daha aptallar. Zaten böyle bir filmde Oscar için çekilmez. Hasılatları da iyi olduğu için çok fazla yorumları umursadıklarını sanmıyorum. En azından film dolu dolu. Zombi açısından.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Ah Mary Vah Mary (There's Something About Mary)


  Hayatımda baştan sona izlediğim ilk romantik komedi. Tabii bu yıllar önceydi. Sanırım 2002 gibi bir şey. Geçenlerde denk geldim ve sadece 1 sahneyi hatırladığım için yeniden izlemiş gibi oldum. Başrollerde Cameron Diaz ve Ben Stiller gibi şahane oyuncular var. Ted (Ben Stiller) okul balosuna Mary'i (Cameron Diaz) götürecekken bir aksilik çıkar ve hastaneye kaldırılır. Bu arada Mary'de Miami'ye taşınır. Yıllar sonra Ted, Mary'i unutamadığı için izini sürdürür. Asıl hikayede bu bölümden sonra başlıyor. Amelie'den daha iyi olmasına rağmen ona verilen değerin yarısı bu filme verilmedi. Filmde Ben'in arkadaşını Canlandıran Dom'u filmin sonuna doğru nereden hatırladığım aklıma geldi; How I Met Your Mother dizisinde Lily'nin babasını oynuyordu. Bizim yaratıcı sinemacılarımız da fazla uçup filmin Türkçe ismini abartsalar da fena olmamış. İzlemenizi öneririm ne kaçırdığınızı bilmiyorsunuz.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Modern Zamanlar (Modern Times)


  Konuşmadan en çok güldüren adam Charlie Chaplin. Filmlerinde konuşmaz ve bunu da şu sözüyle açıklıyor ; ''Konuşursam beni sadece İngilizce bilenler anlayabilir ama sessiz bir filmi herkes anlayabilir ve dünya Amerika'dan ibaret değil''. Hareketleri ve mimikleri onu fazlasıyla komik biri yapıyorken konuşmasının bir manası yok. Bu filmi yazdı, yönetti ve oynadı. Bir filmi gençler beğenmez espriler eskide kaldığı için. Başka bir filmi yaşlı insanlar beğenmez zamana ayak uyduramadıkları için. Bu filmde böyle bir sıkıntı yok. 7'den 70'e herkesi güldürebilir. Tabii Cem Yılmaz'ın dediği gibi daha önce güldüyse. Bir yandan güldürürken bir yandan da işçi sınıfının durumuna da dikkat çekiyor Chaplin. Gerek çok çalışmaktan kafayı oynatması, gerekse bir işçinin grevde vurulmasıyla. Bununla kıyaslanacak bir film varsa o da başka bir Chaplin filmidir.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Babam ve Oğlum




  Çağan Irmak’ın adeta Türk sinemasına armağan ettiği bir film Babam ve Oğlum. Irmak bu kez yönetmenliğin yanı sıra senarist olarak da karşımıza çıkıyor. Kamera karşısındaki Çetin Tekindor, Hümeyra, Yetkin Dikinciler ve daha bir çok kaliteli oyuncu kadrosuyla dikkat çeken film Ege’de yaşayan bir ailenin küçük oğlu olan Sadık’ın üniversite’de babası her ne kadar ziraat okuyup işlerinin başına geçmesini istese de o gazetecilik okumaya kararlı olduğu için babası ile küs bir şekilde evden ayrılmasını onu ediniyor. 1980 darbesi olduğu sırada karısı doğum sırasında ölür. Ancak oğlu Deniz doğar. Karıştığı siyasi olaylardan dolayı hapse atılır ve işkence görür. Hapisten çıktıktan sonra çok hasta olduğu için oğlunu Annesi ve babansa emanet etme ister ama babasıyla arasındakiler değişmemiştir. Ege şivesinin de abartısız ve kusursuz bir şekilde kullanılması filmin öne çıkan ögelerden biri. Ülkemizde ağırlıklı olarak yapılan dram filmleri arasında parmakla gösterilebilecek bir film. Fikret Kuşkan her ne kadar iyi bir oyunculuk sergilese de bana göre biraz Çetin Tekindor’un gölgesinde kalmış. Deniz’i canlandıran küçük Ege’nin de yaşına bakacak olursak büyüklerinden pek bir eksik kalır yanı olmadığını söyleyebiliriz. Filmin 3 tanesi en iyi film olmak üzere toplamda 7 dalda 13 kazanması tesadüf değil.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Zombieland



  İşte Komedi-Korku tarzında yapılmış güzel filmlerden biri daha. Shaun of The Dead gibi yine eğlenceli bir film. Eğer kardeşinizi veya çocuğunuzu korku filmlerine alıştırmak istiyorsanız böyle bir şey tam size göre. Klasik zombi hikayelerindeki gibi salgın başlıyor ve 2'si kardeş olmak üzere toplam 4 işi yolda karşılaşıyorlar. kardeşlerden biri Spider-Man'in Gwen'i Emma Stone. Filmde kimse kimseye ismini söylemiyor ve herkesin bir lakabı var. Bu arada Emma 2005'ten beri oyunculu yapmasına rağmen her yıl en az 2-3 filmde oynadığı ve kendini kanıtladığı için şuan bayağı ünlü bir oyuncu. Kız kardeşini oynayan Abigail Breslin ise 16 yaşında ancak bu yıl yani 2013'de tam 6 filmde rol aldı ancak çoğu henüz gösterime girmedi. Diğer iki oyuncu Jesse Eisenberg ve Woody Harrelson ise bu yıl gösterime giren Now You See Me adlı filmde tekrar bir araya geldiler. Oyunculardan çok bahsettim ama bunun nedeni film ne kadar eğlenceli olursa olsun bir ''Zombi Komedisi'' olduğu için anlatılacak pek bir şey yok. İzleyin ve görün.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

İnanılmaz Örümcek Adam (The Amazing Spider-Man)


  Örümcek Adam 3 çekildikten 5 yıl sonra yeni bir Örümcek Adam serisi başladı. Ancak ismindeki gibi inanılmayacak bir şey yok açıkçası. Bu kez karakterler biraz daha genç seçilmiş. Peter'ın sevgilisinin ismi normalde Mary Jane ama bu filmde Gwen Stacy. Ne bileyim çocukluğumdan beri de öyle bildiğim içim sanki Peter onu aldatmış gibi hissettim. Peki önceki seride büyüyü bozan olaylardan birisi neydi? İkinci filmde Mary Jane Peter'ın Örümcek Adam olduğunu öğrenmişti. İlk başta seyirci bu duruma sevinse de ortadaki önemli bir gizem de kalktığı için son film daha az merak uyandırdı. Bu serinin daha ilk filminde öğrendi Gwen Stacy. Konuya çok fazla değinmedim çünkü köklü değişiklikler yok yine örümcek ısırıyor ve Peter örümcek adama dönüşüyor. Bu kez düşman kertenkele adam. İyi yönleri de yok değil. Film yaklaşık 2.5 saat ama sıkmadan kendini izlettiriyor. Ama önceki seri çıtayı öyle bir yükseltti ki iyi ona göre kıyaslayacak olursak çok fazla olumlu görüş belirtmek mümkün değil. Nihayetinde bu bir örümcek adam filmi ister istemez insan izlemek istiyor. Şuanda en genç süper kahraman sanırım. 2014'de devam filmi de çıkacak.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Zombilerin Şafağı (Shaun of The Dead)


  ''Korkunç'' zombi filmlerini ti'ye alan ya da başka bir deyişle maytap geçen bir film. Korkunç Bir Film serisinin de giderek dibe batmasından dolayı millet alternatif arar oldu. Bende bakınırken denk geldim, izledim ve eğlenceli bir film diyebilirim. İngiltere'de geçen filmde Shaun isimli vatandaş 2 arkadaşıyla ayn evde kalmaktadır. İş dışında tek yaptığı şey Winchester isimli bar'da serbest meslek erbabı olan arkadaşı Ed ile birlikte takılmaktır. Kız arkadaşı Liz'de böyle yürümeyeceğini düşünür ve ayrılırlar. Shaun onu geri kazanmaya çalışırken zombi salgını başlar. Shaun dostlarını ve ailesini güvenli bir yere götürmeyi amaçlar. Filmde Shaun'u canlandıran Simon Pegg ve Ed'i canlandıran Nick Frost bu yıl vizyona giren The World's End isimli filmde de rol alıyorlar. Eğer filmi beğenirseniz aynı türde olan Zombieland'de ilginizi çekebilir.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Şansa Bak (50/50)


  Kanserli bir gencin hikayesini anlatan film belindeki ağrılar sonucu doktora giden Adam (İsim) kötü huylu bir tümörü olduğunu öğrenir. Henüz 27 yaşında genç bir adam olan Adam'ın (Adam ismiyle lan ismine tavım) en büyük destekçileri annesi ve arkadaşı Kyle'dır. Kyle'ı canlandıran Seth Rogen'da bir çok komedi filminde oynamış benimde beğendiğim bir aktör. Zaten Seth Rogen'ın filmde olması ortamı biraz neşelendiriyor. Ancak başroldeki Joseph Gordon-Levitt (Adam) son yılların bana göre en iyi çıkış yakalayan isimlerinden birisi. Kanserli bir vakanın psikolojisi de gözler önüne seriliyor. Bu arada filmin orjinal adı başlıkta parantez içinde yazıyor. Bari isimini ''Yarı Yarıya'' yapsalarmış daha iyi olurmuş. Zaten filmin isminin ''50/50'' olmasının nedeni Adam'ın kurtulma şansı %50.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Kill Bill Vol. 1


  Bu film yönetmen Quentin Tarantino'nun 2 bölüm halinde çektiği filmin ilk bölümü. Çok etkileyici kılıç dövüşü sahneleri bulunmaktadır. Ancak diğerlerinden farklı olan tarafı bu kez başroldeki bir erkek değil kadın, bu kişide Uma Thurman. Sarı saçları ve mavi gözleriyle dikkat çekse de asıl ağır basan yönü dövüş sanatlarındaki ustalığı. Filmde bir çok lakabı var ama en bilineni gelin. Eskiden üye olduğu suç çetesi tarafında düğünündeki herkes öldürülür ve onunda öldüğü sanılır. Ancak intikam meleğimiz öcünü almak için ant içmiştir. 4 yıl komada kaldıktan sonra bir gün uyanır ve bir liste hazırlar. Amacı listede ismi yazan herkesi öldürmektir. Filmi izlemediyseniz bile o meşhur ıslık sesini biliyor olabilirsiniz. Kısacası bol kanlı, kollu, bacaklı bir film.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Sınır Tanımayan (Nowhere Boy)


  The Beatles grubunun Kurucusu John Lennon'ın hayatından bir kesit. Film Lennon'ın hayatının 1-2 yılını kapsasa da Paul McCartney ve George Harrison'ın gruba nasıl dahil olduklarını görmemiz mümkün. Tabi Ringo Star daha sonralardan geldiği için o yok. Bir Lennon hayranının kaçırmaması gerekir ancak objektif olarak bakarsak harika diyemeyiz. En azından benim izlemeden önce beklentilerim daha yüksek olduğu için biraz hayal kırıklığına uğradım. Bence bir insanın biyografisi rahat 2 saat olmalıdır. Ama bütün hayatını yansıtmadığı için bu konuda kötü yönde eleştiri yapmak da çok doğru olmaz. Filmde teyzesi ile yaşayan John yıllar önce onu bırakan annesi ile teyzesinin arasında kalmaktadır. Beatles'ın bir çok şarkısını severim ancak favorim Hey Jude. Lennon'ın tek söylediği İmagine'de iyi bir parça. Filmde ölümüne değinilmiyor bu yüzden belirteyim; John Lennon 1980 yılında 40 yaşında İngiliz olmasına karşın çok sevdiği New York'ta öldürüldü.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Amadeus

       
  Tam adıyla Wolfgang Amadeus Mozart. Dünya tarihindeki en iyi müzisyen ve bestecilerden biri. Onun hayatını anlatan bu film size onun ve onun gibilerin müziğini sevdirebilir. Ülkemizde bu tür müzik çok fazla sevilmez biliyorsunuz. Bu yüzden bazı sitelerde (Özellikle yaş ortalaması düşük olanlarda) filmin notu oldukça düşük. Filmde  Mozart'ın meslektaşı Salieri ile olan mücadelesi anlatılıyor. Aslında bu tek taraflı bir mücadele çünkü Salieri onu kıskanıyor. Sinemalar sitesinde ise sitenin yazdığına göre Salieri vasat bir besteciymiş (Böyle büyük bir site hemde). Film tam 8 tane Oscar ödülü kazandı. Ancak güzel olmasının yanında tartışmaları da beraberinde getirdi. Aslında Mozart ve Salieri'nin arkadaş oldukları ileri sürüldü.Bu müzik hoşunuza gitmezse filmde öyle olur. Belki 1-2 opera sahnesi sıkabilir ancak buna değeceğine emin olabilirsiniz.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Büyük Balık (Big Fish)



  Johnny Depp'siz bir Tim Burton filmi ancak bu kadar iyi olabilir. Hayalperest yönetmenimiz bu filminde hayal gücünü dram ve aşk ile birleştirmiş. Filmde Ed Bloom isimli adam başından geçenleri insanlara bir masal gibi anlatıyor . Tıpkı  bir kitabın içindeki birden çok hikaye ya da bir filmin devamı gibi kronolojik sırasıyla anlatıyor olayları. Oğlu da bu durumdan memnum olmadığı yani babasının anılarına sürekli bir şeyler kattığı için yanına 3 yıl uğramasa da babası hastalanınca gelmek durumunda kalıyor. Bu filmi film yapan asıl unsur hikayeleri olduğu için hikayeler dışındaki bölümler biraz sıkabilir diyeceğim ama o bölümlerinde neredeyse hepsi hikaye'ye girişle geçtiği için böyle bir şansınız yok. Son çıkan Star Wars üçlemesinden tanıdığımız (Obi-Wan'ı canlandırmıştı) Ewan McGregor'da harika bir oyunculuk sergiliyor.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Sherlock Holmes


  Bu ismi hepiniz duymuşsunuzdur. Tabi dedektif olduğunu da biliyorsunuzdur. Bu çok ünlü karakter ne yazık ki Akasya Durağına bile konu olmuştu. Ama konumuz bu değil. Bu karakteri Sir Arthur Conan Doyle yaratmıştır ve kitabında okuduğuma göre cinayet dedektifliğini meslek olarak seçmiş polislere neredeyse zorunlu olarak okutulmaktaymış. Filme gelirsek Holmes'in zekasını çok iyi yansıtmış senaryo ve başroldeki Robert Downey JR. Bir olayın peşinde olan Holmes'in dövüşürken yaptıklarını anlattığı sahne benim çok hoşuma gitti. Ancak Sherlock'un en belirgin özelliği nedir? Tabi ki çıkarım yapma sanatı. Bu sanat insanın dış görünüşüne bakarak ne yaptığını tahmin etme üzerinedir. Bu yüzden cinayet polislerine okumalar önerilir (Rıza baba ve ekibi kitapları yalamış yutmuş galiba). Bu özelliğini de çok iyi kullanmışlar ve Holmes'in karakterinden sapmadan güzel bir film ortaya koymuşlar.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

İyi, Kötü ve Çirkin (Il Buono, İl Brutto, İl Cattivo)




  Clint Eastwood ölmeden bir western filmi daha çekmezse (Yaşlı kurt şuan 83 yaşında) bundan iyi western zor bulunur. Adam resmen western için doğmuş. Adamın soyadı Westwood olsaydı daha iyi olurdu ama neyse. Filme gelirsek Bill Carson adındaki askerin eline geçirdiği 200.000$'ın peşine düşer iyi, kötü ve çirkin. Ancak hiçbiri tek başına parayı bulacak bilgiye sahip değildir. Olayın burasından sonra ise maceralarla dolu yolculuk başlar. Filmin müzikleri klasik western müziklerinden oluşmakta. 160 dk. olması sizi korkutmasın zaten kendini izlettiriyor. Dikkatimi çeken bir şeyde filmin İtalya, Almanya ve İspanya ortak yapımı olması.Yani böyle güzel bir western filmde Amerika'nın (Oyuncular hariç ki bir Alman'dan zaten kovboy olmasını bekleyemezsiniz) hiçbir parmağı yok. Eastwood'un canlandırdığı Sarışın'ın (Filmde karakterin sadece lakabı kullanılıyor) söylediği bir replikle yazıya son vereyim ''Eğer yaşamak için çalışıyorsak, neden çalışarak ölüyoruz''. 

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Yeşil Sokak Holiganları (Green Street Hooligans)


  Holiganizm'in doruk notası diyebileceğimiz İngiltere'de geçmekte film. Bir arkadaşı yüzünden okuldan atlan Matt kimseye bundan söz etmeden İngiltere'ye yani ablasının yanına gider. Burada bir grup West Ham United taraftarıyla tanışır ve hayatı böylece çok değişir. Devamına fazla girmeden harika bir film olduğunu belirteyim. Şiddet, holiganizm ve taraftar psikolojisini çok iyi harmanlayan filmde baş rollerde Elijah Wood (Matt) ve Charlie Hunnam (Pete) var. Elijah'ı Yüzüklerin Efendisinden tanıyoruz. Şiddetin neredeyse sınırlarını aştığı filmde güzel de bir dostluk bağı var. Seri'nin devam filmi o kadar kötü o kadar kötü ki anlatamam. Sanırım devam filminin çekilme amacında para bayağı bir ön planda (Tıpkı Godfather 3 deki gibi). Filmdeki çoğu şarkıda insanı filmin havasına sokan iyi şarkılar. 

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Umudunu Kaybetme (The Pursuit of Happyness)


  Gerçek hayatta da baba-oğul olan Will Smith ve oğlu Jaden Smith başrolde. Filmde maddi zorluklar yaşayan ama aynı zamanda zeki de olan bir babanın bu ekonomik sıkıntı dolayısıyla evi terketmesi ve bu süreçte çocuğu ile yaşadıklarını anlatılmakta. Evden ayrıldıktan sonra tuvalet dahil çeşitli yerlerde kalırlar. Bu durumdan kurtulabilmek için tek çare iyi bir iş bulmaktır. Küçük Jaden Smith'in de oyunculuk yönünden babasından pek bir eksik kalır yanı yok açıkçası. Son olarak haziran 2013'de Dünya-Yeni Bir Başlangıç filminde bir araya geldiler. Ben filmi henüz izlemedim ancak sanırım bu filmde de baba-oğul'u canlandırıyorlar. Umudunu Kaybetme bana göre çok güzel bir film ve izlemeyenlerin izlemesini tavsiye ederim.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Amelie (Le Fabuleux Destin d'Amélie Poulain)


  Amelie Paris'te garsonluk yaparak hayatını sürdüren genel olarak hayatı monoton olan bir kız. Oturduğu evde bulduğu bir kutu onu bu sıkıcı hayatından kurtaracaktır. Kutu'nun sahibini aramaya başlar ve bu sırada aşık olur ancak hemcinsleri gibi kendini ağırdan satar. Biraz saf bir kız olan Amelie  su'da taş sektirme gibi basit şeylerden zevk alan birisi. Fransız-Alman ortak yapımı olan filmde romantizm biraz daha ön plana çıkan unsur. Genel olarak çok beğenilen bir film ancak bir o kadar da beğenmeyeni var. Çünkü nasıl desem biraz daha kadınların beğeneceği türden bir film. Bir filmin kaliteli ve romantik komedi tarzı olup da kadınların ilgisini çekmemesi çok zor. Ancak filmin müziğini yapan Yan Tiersen taraflı tarafsız bir çok kişi tarafından beğenildi ve o da bu sayede adını duyurmuş oldu. İyi seyirler.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Full Metal Jacket


  Amerikan ordusunun Vietnam'daki savaşını yönetmen Stanley Kubrick'in bakış açsıyla daha farklı bir gözle bakmanızı sağlayacak bu film. Neredeyse her yaptığı film harika olan bu adamdan kötü bir şey beklemek düşünce suçu bile sayılabilir. Film başlarda eğlenceli geçse de olayın Vietnam'a taşınmasıyla savaş unsuru daha ön plana çıkıyor. Tahmin edersiniz ki filmde en çok kullanılan kelime ''Sir, Yes Sir''. Filmi alt yazılı olarak izlemenizi öneririm. Aslında her filmi öyle izleseniz bence daha çok zevk alırsınız ama ''Alt yazıyı mı takip edeyim filmi mi izleyeyim?'' diyenleri de duyar gibiyim. 1987 yapımı olan film maalesef 1995'de ülkemizde vizyona girmiş. Filmde 2-3 kez tekrarlanan bir espri var. ''Sen misin John Wayne? Yoksa ben miyim?''. Buradaki bahsedilen John Wayne western filmlerinde oynamış en ünlü oyunculardan biridir. Film bittikten sonra Rolling Stone'nin en sevdiğim şarkısı olan Paint it Black'in çalması da sanki bana yapılan bir jestti. İyi seyirler.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Büyük Lebowski (The Big Lebowski)

 

  Olayların arkasının kesilmediği klasik Amerikan filmlerinin komedi halini düşünün, işte bu film o film. Kısaca filmin konusunu geçeyim; İki tane Lebowski adında insan var, biri zengin, diğeri ise değil bu adam çevresi tarafından Lebowksi olarak değil de ''Ahbap'' olarak biliniyor. Yani anlayacağınız bu iki Lebowski karıştırılıyor ve sonrasında ardı arkası kesilmeyen olaylar zinciri sırasıyla gerçekleşiyor. Ahbap'ta komik bir karakter ancak John Goodman'ın canlandırdığı Walter karakterinin yanında pek bir laf olmaz. Gerek her konuyu Vietnam'a bağlaması, gerekse prensiplerinden ödün vermeyişi... Walter'ı canlandıran John Goodman'ın (İyi Adam) belkide soyadını sonradan daha akılda kalıcı olduğu için kendi koymuştur. Ama bunun en iyi örneği Lakers'ta onayan asıl ismi bu olmasa da World Peace (Dünya Barışı) isimli oyuncu. İyi Seyirler.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Hayat Güzeldir (La Vita e Bella)



  Yahudi soykırımını farklı bir bakış açısıyla anlatan bir başyapıt hayat güzeldir. İtalya'da biriyle evlenen ve çocuğu olan yahudi Guido'nun oğlu, karısı ve amcasıyla birlikte yahudi toplama kampına götürülüp orada küçük oğlu Giosue ile birlikte yaşadıkları anlatılıyor. Ona her şeyin planlı bir oyun olduğu söyleyerek korkmasını engelliyor. Bunun çevresindeki olaylarla yaşlı ve çocuklara yapılan zulmü de göstermekte film. Tabi böyle yalanlar söyleyince işin içine komedi de giriyor ki Guido'yu oynayan Roberto Benigni bunu çok başarılı bir şekilde yapıyor. Ama en az onun kadar iyi bir oyunculuk sergileyen diğer bir oyuncu ise küçük Giorgio. Bu arada filmle en iyi aktör ödülünü alan Roberto Benigni aynı zamanda filmin yönetmeni. Kaçırmamanız gereken bir film. İyi seyirler.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Makas Eller (Edward Scissorhands)

  

  Tim Burton ve Johnny Depp’in birlikte olduğu filmleri izlemeniz muhtemel. Bilmeyenler için belirteyim Tim Burton yönetmen. Johnny ile birçok film çekti ve bu filmlerde johnny çok farklı yani günlük hayatta pek karşımıza çıkmayacak (Tabi Universal vb. stüdyoların yakınında oturmuyorsanız) karakterleri canlandırdı. Buda onlardan biri. İzlediğim en ilginç aşk hikayelerinden biri. Depp bir mucit tarafından yaratılan elleri hariç iç organlar dahil olmak üzere her şeye sahip insan-robot karşımı birşey (Melez yani). Mucit onu bitiremeden mefta olduğu için kollarıda makastan kalmış durumda o şato da yaşamakta. Ta ki Avon yetkili satıcısı Peg onu bulup evine getirene kadar. Daha sonrası Peg’in kızına yakınlık duyar ve bunun çevresinde olaylar gelişir. Bu arada Filmin orijinal ismi ile Türkçe çevirisindeki benzerliği fark etmişsinizdir herhalde. İzlediğim en ilginç aşk hikayelerinde biri olduğunu söyleyebilirim. İyi seyirler.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Dövüşçü (The Fighter)



  Boks filmlerinin hepsi olmasa da çoğu benim ilgimi çekmiştir. Bilmiyorum neden ama gereğinden fazla heyecanlanıyorum galiba. Adamımın galibiyete ulaşma hırsıyla da birleşince beni benden alıyor. Şimdi size bir ipucu vereyim çok izlenen boks filmlerinde genelde 2 tür senaryo vardır. 1-Adam eski ve iyi bir boksördün ama çeşitli sebeplerden dolayı namını kaybetmiş ve kazanmaya çalışmaktadır. 2-Genç ve amatör bir boksör eskiden iyi olan bir boksör tarafından eğitilip iyi bir boksör olmaya çalışır. Bu filmde ikisinden de biraz var. Konusu abisi eski, iyi bir boksör olan Micky'nin(ki bu adam Mark Wahlberg) hikayesini anlatıyor. Bu arada abisi de Gotham'ı suçlulardan arındıran namı diğer Batman; Christian Bale. İşin içinde bu iki oyuncu olur ve oyunculukları tavan yaparsa neler olabileceğini görmeniz açısından da kaçırılmayacak bir film. İyi seyirler.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi (The Curious Case of Benjamin Button)



  İsmi kadar uzun bir film Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi. Kolay değil değişik bir hayat hikayesini ancak bu kadar kısa yapabilirsiniz. Film 3 saate yakın (Eğer Türk filmi olsaydı Fox Tv alıp Fetih 1453 gibi 3 bölüm halinde yayınlayabilirdi). Başrolde artık sadece karizmatik diyebileceğimiz 5 sene sonra da yaşlı kurt diyerek anabileceğimiz Brat Pitt (Adam 50 yaşına gelmiş) ve Cate Blanchett var. Hikayeyi duymadıysanız söyleyeyim : Bebek (Dede de diyebiliriz) yaşlı ve çok çirkin olarak doğuyor. Babası'da bu olmamış deyip cebine eroin koyup karakola ihbar ediyor. Tabii ki şaka babası'da bir kapının önüne bırakıyor. Yani daha asıl olayın fantastik tarafı yaşlı olarak doğup gittikçe gençleşiyor. Bu arada unutmadan Cate Blanchett'in oynadığı Daisy karakterinin gençliğini Elle Faning canlandırıyor. İzleyin pişman olmazsınız, iyi seyirler.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Garip Doktor (Dr.Strangelove)


  Tekrar aranızdayım ve sizi çok eskiye götüreceğim. Bu film kara komedi diye tabir edebileceğimiz bir film. 1964 yapımı ve siyah-beyaz oluşu size itici gelmesin çünkü bana izlemeden önce öyle gelmişti.  Filmde her şey General Jack D. Ripper'in Ruslara nükleer saldırıya geçir emri vermesiyle başlıyor. Devamında gelişen olaylar savaşla beraber harmanlanmış çok güzel espriler olmasa da daha doğal bir şekilde ilerleyen konuşmalar filmin bu denli kaliteli olmasını sağlamış. Başroldeki Peter Sellers Dr.Strangelove ve Amerikan başkanına hayat veriyor. Başkanın canlandırırken rus başkanıyla yaptığı telefon görüşmelerindeki o mahçup konuşmaları gerçekten çok komik. Ama ben yinede George C. Scott'ın oyunculuğuna ayrı bir hayranlık duydum. Bu arada filmin yönetmenliğini, yapımcılığını ve senaristliğini üstlenen Stanley Kubrick'in de ortaya çok başarılı bir iş çıkarttığını filmi izledikten sonra anlayabilirsiniz. İyi seyirler.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Özgürlük Yolu (Into The Wild)


  Filmi ilk olarak 1 yıl önce izledim ama ben filmdeZach Galifianakis (Google'da olmasa:) ve Kristen Stewart'ın oynadığı geçen gün tekrar izlediğimde farkettim. Demek istediğim dikkatsiz olduğum değil film sizi gerçekten alıp götürüyor doğaya. Filmi izledim ve sonra ''Lanet olası paraya ihtiyacım yok'' dedim ve bakkala su almak için gittiğimde paraya gerçektende ihtiyacım olmadığını anladım (Borca yazdırdım). Her neyse bunları ana karakter Christopher McCandless filmin başlarında doğaya çıkmadan önce bir vakfa 24.000$ bağışladığı ve beş parasız yolculuğa çıktı (Delikanlı adamın cebinde her zaman para olmalı kuralını bozdu ama neyse). Film Alaska'ya doğru ailesinden habersiz bir şekilde yolculuğa çıkan bir gencin hikayesi doğa ile başbaşa. Film gerçek bir hikayeden alındığı için beni daha da etkiledi. Filmdeki ana karakterin şu sözü de aslında filmi biraz özetler nitelikte : ''"...İnsanı daha az seviyorum diyemem ama doğayı daha fazla...!". Başrolde Emile Hirsch'in oynadığı film 2007 yapımı ama film 1990 yıllarında geçiyor (Gerçkete bu yıllarda olaylar gerçkeleştiği için). İzlemenizi ısrarla tavsiye ederim. İyi Seyirler.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Zincirsiz (Django Unchained)


  Western tarzında şimdiye kadar yapılan filmler arasında en  iyilerden biri olduğunu tartışmaya gerek yok bu filmin. Yönetmeni'nin Tarantino olmasıda filmin bu derece kaliteli olmasında çok etkili. Zaten oyuncu kadrosu öyle zenginki... Leonardo DiCaprio, Samuel L. Jackson, Jamie Foxx, Christoph Waltz ... Ama benim aralarında en az filmini izlediğim ve pek tanımadığım Waltz mükemmel bir oyunculuk sergilemiş.
  Film yaklaşık 3 saat, tam olarak 165 dakika ama beni hiç sıkmadı ve ''Bir an önce sonu gelse'' demedim. Benim çok beğendiğim Leonardo DiCaprio (Oyuncu olarak :) yine döktürmüş. Yani oyunculuk bakımından zaten tavan yapan film şu sıralar pek iyi örneklerini göremediğimiz western türüne ve sevenlerine güzel bir hediye.
  Filmi biraz abartılı bulabilirsiniz ama bu Tarantino'nun tarzı ve bu adam işini biliyor. Film ülkemizde bu yıl vizyona girdi ve unutmayın filmler şarap değildir yıllandıkça güzelleşmezler sıcak sıcak izleyin. İyi Seyirler.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Can Dostum (Intouchables)


  Birbirinden çok farklı iki insanın dostluk hikayesine dayanan Can Dostum 2011 Fransız yapımı harika bir film. Hapishaneden yeni çıkmış Driss ile aristokrat Philippe filmin ana karakterleri.
  Film bittikten sonra kafamda türlü sorular oluştu ama gerçek dostluğun nasıl bir şey olduğunu çok güzel ve abartısız bir şekilde gösterilmiş filmde.
  Filmde Driss karakterini canlandıran Omar Sy iri yapılı olup şimdiye kadar gördüğüm en sempatik adamlardan (Shaquille O'neal'ın bendeki yeri ayrıdır). Filmin benim için ilginç bir noktası daha oldu: Embesil kelimesi bizimde sık olmasa da duyduğumuz bir kelime ve ben filmde bu kritik noktayı fark ettim altyazxıyı takip ederken. Meğer embesil gerizekalı demekmiş yani kullananlar fransız kökenli olsada doğru anlamda kullandıkları için kendileriyle gurur duyabilirler(Bu arada bilmeyenler için Pardon da Fransızca'dır).
  İzledikten sonra 2 yıldır ben bu filmi neden izlemedim, Umut kahramanımsın gibi kelimeleriniz şimdiden kulağımı çınlatsa da sadece filmi izlerken keyif aldığınızı belirmeniz benim için yeterlidir. İyi seyirler.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Aşkın 500 Günü (500 Days of Summer)


  Uzun zamandır yazmıyordum. Yazmak gelmedi içimden ve takdir edersiniz ki bu bana para kazandıran bir şey olmadığı için kendimi zorlama ihtiyacı duymadım. Çok uzatmadan film ile ilgili yorumuma geçmek istiyorum.
  İlk olarak filmin isminin doğru çevrildiğine emin olmadığımı söylemek isterim ki bu konuda çok yandaş bulacağıma eminim. Benzerini Good Will Hunting filminde de görmüştük(Bu filmde çeviride saçmalığın dibine vurulmuştu). Filmi orjinalinden izlemediğim için net bi yorum yapamıyacağım ama esas kızımız Summer ile yaz anlamına gelen summer'ı aynı kefene koyup çeviride summer dendiği zaman yaz diye çevirmekte ayrı bir kafa umarım orjinal çeviri cd de böyle yapılmamıştır.
  Çok nadir aşk filmi izlerim hiç denecek kadar az bu filmin repliklerine zamanında çok rastladığım için izlemiştim. Gerçekten de izlemeye değer bir film olduğunu söyleyebilirim. Zooey Deschanel da filme çok ayrı bir hava katsa da bu film daha çok Joseph Gordon'ın işine yaradı ve kendini gösterip Başlangıç filminde kendine önemli bir yer buldu. Kısacası 2009 yapımı bu film bana göre romantik-komedi türünde son zamanlarda çıkan en iyi filmlerden biri. İyi seyirler.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS